Birinci Bölüm
Soğuktu; özellikle de o gece, ısırgan kış soğuğu daha iyi hissediliyordu. Hapishaneye dönmüş bu beton yapıların gölgesiyle bütünleşmişti, öfke kusan soğuk. Şehrin karanlığında kaybolmuş umutların öcünü almak istiyordu muhtemelen. Doğadan yükselen nefretin gölgesinin yamaçlarında, ürkek yavrulara dönmüştü şehrin tüm insanlığı. Sabahın ışıklarını görmek dahi artık bir piyango biletinden fazlası değil iken, ödenmesi gereken borçlar çoktan unutulup gitmişti. İşte bu yüzden o betonların arasında ölüp gitmeyi hak ediyordu masumu da, suçlusu da. Fakat o gecenin soğuğu pek bir cılız kalıyordu, geceyi ve boşa harcanmış vakti takiben sorulacak her hesabın yanında.
O gece ay ışığı, şehrin cüretkar aydınlığını bastırmak için canla başla çalışıyor, yılmadan yansıtıyordu sonsuz boşluğun delici parlaklığını. Lakin gri renkli şubat bulutları, ay ışığını soğurmaya yemin etmiş gibi devasa boşluğun en temel rengine hizmet ediyorlardı. Bulutların yoğunluğundan kurtulabilmiş bir hüzme ışık, bir apartmanın en üst katındaki ufak ama israfsız bir odanın penceresine vurmaktaydı. Pencerenin hemen solunda, üzerinde çeşitli kitap, doküman ve alkol şişelerinden medeniyet yaratmış hafif tozlu, beyaz bir çalışma masası bulunuyor; hemen karşısında ise dolup taşmış, rastgele gazete kağıtlarının rafları zorladığı bir kitaplık yükseliyordu. Tozlu bir gitar, bu kitaplığın kısa kenarına bakan tek kapılı bir dolabın üzerinde, yeniden sevgi ve şefkat göreceği günleri beklemekteydi. Fakat dolap ile kapı arasındaki iki kişilik yatağın hemen sağında minik bir komodin, komodinin üzerinde bir çalar saat, olmaları gereken yerdeydiler. Lakin yatağın içinde, o gece istemsizce borç bildiği kabusuyla sıcak bir ilişki kurmuş, orta yaşlarından bir an önce çıkmaya eğilimli bir genç adam uyumakta ve bu ufak odanın mobilyasını tamamlamaktaydı.
Kısacık saçları ve daha kısa sakallarının arasından akıp giderek sele dönüşen ter, adamın nasıl bir şeytanla yüzleştiğini anlatmak için yetip artmaktaydı. Yapay barınağının dışında kalan dondurucu havaya inat, bedeninden yayılan ısı, terinin soğukluğuna meydan okuyamayacak kadar cılız ve ürkekti. Mimikleri o kadar huzursuz, yüz kasları o kadar acınasıydı ki; gördüğü kabusun derinliğini, bu uçurumdan düşerken hissettiklerini tahmin etmek istemezdi hiçbir insan evladı.
Mübalağa. Rüyalar, yersiz ve basit abartılardan ibaretti. Sabırsız bir bekleyiş, kontrolsüz ama kontrol manyağı iç dünya ve elde edilen koca bir hiç. Ancak derinlerde bir yerlerde, bilinçaltının acı bir çığlık ile anlatmaya çalıştığı bir derdinin bulunduğunu biliyordu. Tedirgin anıların adım adım zehirlediği aklından geçen görüntü parçaları, anlamsız ama yerindeydi. Ayırt edemiyordu, neyin gerçek ve neyin hayal olduğunu. Bilinci kapalı bedeninin, o titremekten yorgun düşmüş beyaz ve düzgün dişlerinin ardından bir kelime fısıldadı karanlığın hüküm sürdüğü yalnız ve sessiz odasına.
"Alessa..."
Dört duvarın arasında yapayalnızdı. Bir avlunun orta yerinde. Çevresindeki anlamsız yıkımın kalbinde, sandalyeler ve masalar bulunuyordu. Belki istemsiz kaostan, belki zaman aşımına uğramışlıktan; kim bilir. Yapabildiği tek çıkarım, bu bulanıklığın ardında unutulup giden, gömülmüşlüğün açığa çıkardığı hoşnutsuzlukların yatmasıydı.
Kızıl bir yağmur düşmeye; yeri, damla damla inletmeye başlamıştı. Parçacıkların düştükleri avluya yakından baktığında, göletin kırmızılığı karşısında şaşkına döndü. Kan kırmızısına aşinaydı. Bu görüntüden kurtulmayı düşlüyordu, bir yanı. Gözlerini kaçırıp çevresindeki başka nesne ve yapılara verdi dikkatini. Tam karşısındaki duvarın dibinde ufak bir tümsek, duvarın üzerinde ise çamurla kaplı bir pano bulunuyordu. Hatırlayıp hatırlamadığından emin olamadığı bu mekanlardan bir dünya yaratmıştı kendine, gerçekleşmesi fazlasıyla imkansız görünen ama bir yandan da ufak tefek fantezileri, bir bakıma, eyleme döken.
Şimdi çok yüksek bir binanın çatısına tırmanmış, bakışlarını aşağı dikmiş ve ceset dolu göletin bulanık kırmızısını hayran hayran izlemekteydi. Çatının diğer yanına çevirdi bakışlarını, biraz olsun kaçabilmek için bu anormal görüntüden ve rengi laciverde çalan bir gölgenin farkına vardı. Önce seslenmeye çalıştı, ne olup bittiğe dair bir fikir edinebilmek için, sonra kendi soğukkanlılığının dehşetine kapılıp vazgeçmeye çalıştı, gölgeyi alarma geçirme sevdasından. Lakin silüet, çoktan yanında bitmiş; gözlerini, gözlerine dikmişti bile.
Aslında dehşete kapılmasının nedeni hiçbir vakit ego tatmini sağlayan soğukkanlılığı olmamıştı. Sarı saçların ardından parlayan o ufak surat ve duygusuz bakışlar, tanıdık ama alışılmadık geliyordu. Ne hissettiğini esas şimdi bilmiyordu. Ve ağzından dökülen kelimeler, o ana kadar günah keçisi gibi kullandığı istemsizliğine bir son vermiş gibiydi.
"Alessa.."
Mavi cübbeli silüet ise ufak bir hançeri, genç adamın donup kalmış bedenine saplamıştı. Göz bebekleri yoktu. Bembeyaz. Acı dolu bir surat ifadesi. Hala şefkat gösteriyormuş gibi. Genç adam ise acıyı değil, ölümü hissediyordu. Midesine saplanmış hançere ve onu tutan ufak, sevimli ellere baktı. Kanının yağmura karışıp, yokluğa aktığına şahit oldu.
Gözlerini yeniden mavi cübbeliye çevirdiğinde ise aynı ifadenin boşluğuyla karşılaşmıştı. Lakin bu sefer çatının diğer ucunda, hiç de yabancı olmadığı başka bir karanlığı gördü. Birden surat ifadesi değişti. Öfke, genç adamın bedeninden dışarı akan başka bir parçasıydı.
Sonra tek hissettiği; kanın, açılan yarıktan içeri doluşu ve her şeyin biraz daha fazla bulanmasıydı, gri sis ve camsı görünüşe.
Saçmalıktan hallice kurguya sahip rüyanın geride bıraktığı acı duygu kırıntılarının fırlattığı, bedeni sıcaklıktan muaf etmekte olan bir yorgan. Alabildiğine açık gözler, sert ve derin nefes alışverişi ve elbette istemsizliğin dibine vurmuş, inleyen kaslar. Hormonal kargaşanın ve şoka girmiş bir bedenin içeriğinden bahsetmeye gerek dahi yoktu.
Kendine gelişi zor olacakmış gibi görünüyordu. Birkaç dakika, en azından teri sıvılığını yitirene kadar, öylece bakınıverdi etrafına. Kalp ritmi dinmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp dışarı verdi, rahat hissetmeye çalışarak. Kafasını öne attı ve sol eliyle, alnındaki terleri sildi. Normalde, dinlemiş ve bir sonraki güne hazır hissetmesi gerekiyordu. Oysa sadece yorgundu. Gözlerini kapatabilse, yeterince dinlenebileceğini zannedecek kadar yorgundu.
Boynundaki rahatsızlık azaldıkça, kalbinin rahatladığını ve kan basıncının azaldığını anlıyordu. Sakinleşmeye başlamıştı öksüz vücudu. Kafatasının içinde çığlıklar atarak bütün bedeni alaşağı eden sağ lobu susmaya başlamıştı yavaş yavaş.
Kaslarını zorlayarak çıkardı sol bacağını yorganın altından ve dondurucu soğuğun içine cesurca bir adım attı. Sonra diğer bacağı. Üzerinde mavi bir tişört ve altında kahverengi bir pantolon vardı. Çıplak ayakları soğuktan inliyordu. Yine de kendine gelmeyi başarmıştı ve soğuğu umursayamayacak kadar bitkindi kasları. Biraz sonra yatağında oturuyor ve gördüklerini düşünerek, kendini kandırarak tembellik ediyordu.
Kafasını sallayarak ayılmak için uğraştı kendini suçlayarak. Ayağa kalkmaya yeltendi ve şaşırarak başarılı oldu. Yatağının hemen kenarında, yerde bir paket sigara duruyordu. Bu karanlıkta onu görebilmesini, sigaraya olan ağır bağımlılığına borçlu olduğunun farkındalık listesine ekleyerek eğildi ve paketi eline aldı. Doğrulurken açtığı paketin içinde birkaç dal sigara ve bir adet siyah çakmak bulunuyordu. Küfrederek paketin içinden bir dalı ve çakmağı, ustalık ve yarı ayıklık güç birliğiyle çıkardı ve paketi kapatıp, çalışma masasının üzerine fırlattı.
Açlıkla boğuşan zavallı midesini daha tedirgin ve huzursuz ediyordu her nefesi sigaranın. Anlaşılan psikolojik rahatlık biraz daha baskın geliyordu bünyesinde. Masanın kenarındaki yarı dolu kül tablasını alıp yastığının hemen yanına oturdu. Birkaç nefes sonra, ucunda biriken kül treniyle beraber sigarayı kül tablasının kenarına bıraktı ve yeniden eğilme zahmetine girip kül tablasını yere bıraktı. Bir eliyle de yatağın altından çıkardığı bir çift çorabı, çift olduklarından emin olana kadar yukarı kaldırdı.
Giydiği çorapların verdiği yalan sıcaklık hissinin üzerine ağzına aldığı sigarasıyla dolabına doğruldu. Sigarayı hızlıca içine çekiyor ve ağzının kenarıyla dumanını dışarı veriyordu. Dolabından çıkardığı hırkayı üzerine geçirdi ve ağzındaki, kül treni dizisine yeni ve daha uzun bir serisini çekmekte olan sigarasını, yatağın üzerinde kendini belli etmemek için uğraşan kül tablasına bastırdı.
Koridora yöneldiğinde ise bir saniyeliğine duraksadı. Zira depo olarak kullandığı solundaki odanın kapısı açıktı ve içeride pek çok gölge bulunuyordu. Lakin normal olmayan ve bir türlü olamayacak şey, göz ucundan ona sırıtmakta ısrarcıydı. Gölgelerden biri, gayet bilinçli bir hareket eğilimindeydi. Kapı eşiğine yaklaşırken, genç adam sadece olduğu yerde, sakin duruşuyla gölgeyi izliyordu.
"Rüyalar bazen çok sinir bozucu olabiliyor. O ana kadar yaşadığın gerekli ve gereksiz her şeyi saklayıp, birden aklını kaçırmış gibi seni boğmaya çalışan zavallı aklının gazabı hepsi... Yani korkmamak lazım... Öyle değil mi, Ernesto?"
Gölgelerin arasından gelen boğuk ses yeterince rahatsız ediciydi. Fakat Ernesto'dan herhangi bir tepki gelmedi. Tek yaptığı, küçümseyici bir bakış ve dışarıya hızlıca verilen bir miktar nefes olmuştu. 'Sıkıcı' imasının farklı bir yoluydu bu tabii ki. Yerinde kalıp, kulak asmak yerine umursamaz bir eda ile yoluna devam etti. Bir kulağı ise halen onu izlemekte olan gölgenin provokasyonundaydı. Hemen sağ tarafta bulunan banyonun yüksek basamağına adım attı. Işığı bir anda açıp, gözlerinin acı çekecek olması onu biraz tedirgin etmişti.
Bütün bu yavaş saçmalıkların, edebiyat parçalama sefasının, aslında ana konsantre olmaya çalışmak olduğunu biliyordu. Bu yüzden sadece o ışığı açtı ve halojen lambaların gözlerine işkence etmesine izin verdi. Kısa süren ışığa alışma döneminin ardından, lavaboya yöneldi ve açtığı çeşmeden akan soğuk suyun, teri soğumuş ellerine değmesine izin verdi. Yüzüne her su çarpışında, biraz önce gördüğü rüyanın detaylarına tekrar ve tekrar şahit oluyordu. İyice ayıldığını ve gözünde birikmiş çapakların yerine rahatlık geldiğini anladığında ise çeşmeyi kapattı. Hemen yanında bulunan havluyla yüzünü kuruladı ve havluyu yerine bırakıp aynaya döndüğünde ise o garip suratla yüz yüze geldi.
Ernesto hafif gerilmişti, bu ani karşılaşma yüzünden. Fakat çok uzun sürmedi bu şaşkınlığı ve yerini, umursamazlıkla karışık sıkılmışlığa bıraktı.
"Edebiyat yapmayı bırak. Sanatsal korku filmleri seni bu hale getirdi." dedi Ernesto, ellerinde kalan su damlalarını ensesine sürerken.
Karşısındaki yanık surat ise sadece sırıtmakla yetindi. Ernesto, iyice gevşediğinden emin olduktan sonra aynaya son bir bakış atıp banyo kapısına döndü. Bu sefer yanık suratlı adam tam karşısında duruyordu. Eliyle 'uzaklaş' emrine tercüman olan bir hareket sergiledi Ernesto. Yanık yüzlü adam ise bir şeyler konuşmak ister gibi karşısında güçlü duruşuyla heybetini sergiliyordu.
"Uzaklaş." diye emretti Ernesto;
"Önümden çekil, Lucian."
Lucian'ın yüzünde parlayan cüretkar gülümseme, provoke etmenin farklı bir yoluydu ve elbette başarılıydı da. Boğuk ses bir defa daha kulak basıncına tecavüz etmekteydi.
"Olmayan biri için fazla nefes harcıyorsun, Ernesto." dedi Lucian, yerinden kıpırdamadan.
Ernesto'nun ilerlemesini ve içinden geçerken hissettiklerini tekrar, tekrar ve tekrar, defalarca ve acımasızca hissetmesini istiyordu. Hislerinin dengesizliğini kanıtlamaktan büyük haz duyuyordu. Genç adam ise bu provokasyona dahil olmak zorundaydı. Lucian gibi asla var olmamış bir karakteri karşısında görmek bir yana dursun, karşısında gördüğü bu bir nevi hayaletin içinden geçerken, duyularının delirmiş gibi kararsızlaşmasından pek bir rahatsızdı. Başka çaresi yoktu. Karşısındaki her ne halt ise, bir şekilde Ernesto'yu etkileyebiliyordu.
Bir şekilde... Ve Ernesto bunun bir çaresini bulmak için çabalayamayacak kadar tükenmiş hissediyordu kendisini. O nedenle, yaşamayı öğrenmeyi tercih etti bu lanetin kollarında. Laneti çözüp, kurtuluşa koşmak ise hayallerine dahi dahil olamayacak kadar değersiz geliyordu ona.
Cesarete ihtiyacı olmadığını hatırlayıp sadece yürüdü o garip hayaletin kapladığı yolda. Yanık suratlı yaratığın içinden geçerken, hissettiklerini yok etmeye çalışmakla harcadı iradesinin büyük bir kısmını. Geri kalanını ise banyonun ışığını karanlığa gömmek için.
Düşünceleri silip atmak için uydurulan melodilerle uzunluğuna uzunluk katılan koridorun sonunda, yavaş yavaş doğmakta olan güneşin hafif aydınlığında hayal meyal görülebilen kapı eşiğinin devamında mutfak bulunuyordu. Gözlerinin ışığa alışmasının arifesinde, bütün yitirilmiş bilinciyle bedenini doğrulttuğu ilk şey, su ısıtıcısı olmuştu. Sabahları aç karnına acı çektirmenin en güzel yolu, bir fincan sıcak ve sade kahveydi. Ne şeker, ne de krema. Bir acıyı bastırmak için başka acılar yaratmanın doğruluğuna inanıyordu, Ernesto. Sanal acıların varlığından bihaber hareketleri ise, bunu tam anlamıyla kanıtlıyordu.
Kahvesini yudumlarken, işe biraz daha ağrı katmak için gerekli olan şeyin bir dal sigara olduğunu hissettiği anda, elini attığı tezgahın üzerinde sigara paketini ve çakmağını buldu.
"Ne ara?" diye düşündü. Şaşkınlığını yatıştırmaktan onu alıkoyan şey ise, mutfağın girişindeki yaratığın, derinden gelen sözleri olmuştu.
"İhtiyacın olur diye düşündüm." dedi, Lucian. İfade tarzı, genele aykırı olarak, cüretkardan ziyade; arkadaşça, hatta dostçaydı. Ernesto'nun aklını karıştıran ikinci nokta da böylece ayyuka çıkmıştı. Ernesto gözlerini kısarak mutfak kapısında, bir omuzunu duvara yaslamış garip adama baktı. Şüphe ve anlaşılmazlık, suratındaki o ifadenin ana hatlarını oluşturuyordu.
Anlamadığını göstermekten korkmadı. Sadece başını öne eğip, midesi ve diline acı çektiren o kahveyi yudumlamaya devam etti. Sigarasını yaktıktan ve kahvesinden birkaç yudum aldıktan sonra, kapı eşiğindeki ifade problemi çekenin kayıplara karışmasının arifesinde, salona adım atma gereği duydu. Midesinin açlık feryadını duymazdan gelmek için haberleri seyretmek, gayet doğru geliyordu o an için.
Aynı saçmalıklar... Koltuğun karşısında o haberleri izlerken aklından geçen değil de, tam anlamıyla gerçek olan buydu. Hepsi, bir avuç saçmalıktan ibaretti. Yalan söyleyen politikacılar, rant sağlamaya çalışan kuruluşlar ve elbette, ezildiği halde koyunlukta ısrar eden ve inatla çoban beklemekten bıkmayan bilinç yoksunu bir halk. Bir şeyler yapmayı çok isterdi, çocukluğundan beri. Ailesinin aşıladığı o doğrulukçu ve yurtsever duygulara sadık kalmak için elinden geleni ardına koymak istemezdi. Lakin basit bir memur olarak, sorgulamasından ziyade, siyasi olmasa dahi siyasi sayılan konularda konuşması yasaktı. O nedenle hayatı, para kazanıp yaşamaya devam etmekten ibaret kalmak zorundaydı.
"Belki bir gün..." diyordu, kendi kendine. Ve, "Gerçekleşemeyecek hayaller..." diye cevap veriyordu Lucian, kulağına fısıldayarak. Ernesto, kafasını çevirip Lucian'a baktı. "Sonunda kendine gelmeyi başarabilmişsin." dedi.
Lucian, gülümsedi. "Anlamıyor gibi görünmeyi başarmana her zaman hayran kaldım, Ernesto."
Haberlerin iç karartıcı soğukluğunu susturmanın tek yolu, kapatma düğmesine dokunmaktan geçiyordu. Bu doğrultuda Ernesto, saatin farkına varmakta gecikmeyip giyinmeye başladı. Tabii ki boğuk dünyanın ünlü sesi de eşlik ediyordu kendisine. Hatta bir parça ekmek yemesi için onu zorlamaktan da geri kalmıyordu. Durum, Ernesto'ya öyle ilginç gelmeye başlamıştı ki, 'hatta' demek bile zordu; zira bugüne kadar, yıllar boyunca, duygusuz gördüğü bir adamın hissediyor 'gibi' davranmasını garip buluyordu.
Aynanın karşısında görüntüsüne dalıp gitmişti. Çocukluğundan beri, doğru kıyafetlerle adam gibi göründüğünü düşünürdü. Fakat başkalarının gördükleri şekillere değil, kendine yakıştırdıklarıyla daha yakından ilgileniyordu. Gözünü kırpmak dahi istemiyordu. İçten içe, olduğu şeyi sorgularken, sadece ufak bir ana adapte olmak ve kaybolup gitmek için her şeyini verebilirdi belki de. Doğanın kanunlarına düzeysizce karşı koymak gibi. Düzeysizce olduğu kadar, amaçsızca olan bu karşı koymanın devamı ise kesin ve kesinlikle olması gerektiği gibi göz kırpmak ve aynadaki yansımanın gerçek, yahut gerçekten hayal ve rahatsız edici derecede ifadesiz suratına tanık olmaktı. Ernesto'nun karşılaştığı durumun, uzun ve sıkıcı bir cümle ile özeti ise tam anlamıyla buydu. Bu nedenle monoton bir kapı kilidinden ayrılan sade anahtarlık üzerindeki bir çift anahtar ve aynı anahtarla, kapatıldıktan sonra kilitlenen evin kapısı, o an için önemli bir konuma yükselmek zorundaydı.
Yaptığı şeyin, sonuca varılamayacak bir 'koşu'dan ibaret olduğunu iyi biliyordu. Lakin yapabileceğinin en iyisinin bu olduğu da ayrı bir gerçekti... O'na göre. Merdivenlerden inerken de, kendini hapsettiği bu yalan karanlığı sorgularken de asla yalnız olamayacağını anlayabilmek için emin adımlar atıyordu kafasının içinde. Aslında ne dışarıda ne de içeride tek başına gömülüyordu mezarına. Bir yandan vicdan ve diğer yandan, yanıklarla süslenmiş bir yansıma.
Kendini çapraz ateşe tutmanın bir numarası yoktu elbet. Hele ki, çapraz ateşte öldürülmenin bu kadar ucuz ve normal görülebildiği bir dünyanın, ücra bir köşesinde.
Gerçeklere dönmeyi başardığı bir ana denk gelmişti kendini sokak kapısından dışarı atması. Henüz söndürülmemiş sokak lambalarının altında, bomboş bir sokak. Birkaç kuş cıvıltısı ve uzaktan duyulan bir köpek havlaması. Klişe, fakat yeterli. Belirli aralıklarla yerleştirilmiş, ucuz fakat 'olduğu kadar' oksijen üretmekle yükümlü, ufak ağaçların dahi aksini gerçeğe çeviremediği soğuk havanın kirliliği, elbette evinin duman altı havasından daha temiz geliyordu ciğerlerine.
Araba kullanmıyordu. Yeterince dört duvara hapsolmuşluk bir yanda dursun; küçük yaşlarda geçirdiği kaza hem zorunlu olmadıkça araç kullanmama ihtimaline, hem de aileden yoksun bir yetiştirilme dönemine ortam hazırlamıştı. Zaten neredeyse her hanesine en az bir araç düşen bu kentin, kendince, yeterli sıkıntıları mevcuttu. Bu ortama bir haneyi daha katmaya ne tahammülü ne de niyeti kalmıştı. Toplu taşıma, özellikle de bu saatlerde, biraz daha mantıklı geliyordu biraz aklını kullanabilen azınlık için. Hele ki yolunun üzerinde gazete ve sigara alınabilecek bir büfe bulunuyor ise.
12 Derhm. Kağıt ve bozukluk isimlerinin asilliğine mi, yoksa bir paket sigara ve bir gazetenin toplam fiyatına mı yansın, kestiremiyordu. Belki de kendini zehir satın almaktan korumak isteyen vergilere şükretmeliydi. İstatistiki olarak işe yaramayan caydırıcı vergilere. Büfenin içinde, Ernesto'ya sigarasını uzatan adamın gülümseyerek söylediklerinin arkasında yatan gerçek de buydu zaten.
"Zehirlenmek bile parayla, beyim."
'Bey' sözcüğünden pek hoşlanmayan Ernesto, zoraki bir gülümseme ile paketi açıp içinden bir dalı dudaklarının arasına sıkıştırdı ve paketini sol cebine attı. Gazetesini okuyarak, otobüs durağına doğru yolculuğuna devam etmek üzere yola koyuldu, ardında sabah siftahını suratsız bir adama borçlu büfeciyi bırakarak. Bir de hastalıklı bir takıntısı vardı ki, yolda yürürken mutlaka ve mutlaka, üzerinde yürüdüğü doğrultudaki engelleri göz önünde bulundurur, gerekirse farklı renk taşların üzerine basmaz ve zaman zaman gazetesinden kafasını kaldırıp yola bakardı.
Aslında sıkı bir cumhuriyetçiydi. İç savaş üzerinden epey bir vakit geçmiş olmasına rağmen açık açık konuşamıyordu kimse belirli konuları. Gizlenilmesi gereken yerler dışında, siyaset konuşmaktan hoşlanırdı zira. Fakat böylesine 'zor' zamanlarda oluşması belirli çevrelerce kaçınılmaz görülen gergin ortamı sakız kıvamına getirmemek için biraz daha kısık sesle konuşmak aklına yatıyordu. Çünkü 'para imparatorluğu'nun ikinci yıkılışından sonra, yaklaşık 20 yıllık 'eşitlik dönemi' de kendine biçilen ömrün son perdesini oynamaktaydı.
Federasyon'un parçalanmasının ardından, komşu ülkeler birbirleri ardından işler çevirmekle meşgul kaldığı için en ufak bir güven ortamı bile oluşturulamıyordu. Uzun lafın kısası, sokakta yürürken dahi, yanınızdan geçen bir insan evladının kim olduğundan veya ne amaçla orada bulunduğundan emin olamıyordunuz. Kimse, kimseye 'sıradan' gözüyle bakmıyor, aksine 'düşman' kelimesinin fazlasıyla popüler olduğu günler yaşanıyordu.
Bütün bu garip -ve temelsiz- siyasi, fakat paranın neden ve içerik sahipliği yaptığı ilginç dönemin ortasında yaşamaya çalışan insanlardan biriydi, Ernesto. Aşırı dozda kamu görevliliği nedeniyle de fikirlerini kendine saklaması, etik olduğu kadar tabulaştırılmış doğru bir yol olarak öğütlenmekteydi.
Her sabah otobüs durağına giden yolda, kendini yatıştırmak için, yahut ciddi anlamda delirmek için gereken tek şey, bir tutam siyasi düşünce kumpanyası yutmaktı. Kolay bir tahmin sonucunda ise Ernesto'nun reçetesinde, yatıştırıcı olarak politik saçmalıkların tekrar ve tekrar içinden çıkmak vardı. Diğerlerinin ise büyük bir kısmı bilinçsizliğe yenik düşürülmüş ve siyasi saçmalıkları aç karnına yuttukları için mağaranın bir ucunda parlayan floresanı tavaf ederek deliliği bulabilmişlerdi. Yine de, birkaç akıllı insan görebilmek mümkündü.
Siyaset bir kenarda pineklemeye devam ederken, otobüs durağının arkasındaki büyük binanın girişinde bekleyen birkaç genç, senelerdir sürdürdükleri 'düşük çaplı provokasyon'a devam ediyorlardı. Ernesto, her sabah, aynı otobüs durağında aynı otobüse biner ve aynı afişlerin önünde duran aynı çocukları görürdü. Bugün, biraz daha farklı gelmişti. Bir bakış atıp otobüse binmenin, havası sönmüş bir balona benzediğini düşündü. Üstelik o balon, ufak bir çocuğun elinde ise olayı görüp yoluna devam etmek, gün boyunca aynı şeyi düşünüp rahat edememek gibiydi. Bu yüzden Ernesto, sigarasını yere atıp gençlerin kurduğu standa doğru yöneldi.
Ufak standın üzerinde, sunulan bildirinin kopyaları ve şehrin pek çok noktasında, duvarlara yapıştırılan 'Cumhuriyet, yeniden!' afişleri bulunuyordu. Ernesto, standın önünden sarkan afişe bir bakış attı. Kendisinden yaşça genç bu adam ve kadınlar arasından uzun sakalları ve saçları bulunan, sıska fakat küçümsenemeyecek bir boya sahip delikanlı, diğerlerinin yanından ayrılıp Ernesto'nun yaklaştığı standın arkasına geçti.
"Basit, düşünmeyen bir orta sınıf yaratmak istiyorlar." dedi genç adam, suratındaki ciddiyet, sabahtan beri kendini kandırmaya devam eden Ernesto için bir umut ışığı yaratmaya yeterli bir sebep idi;
"Tabi orta sınıf yalanları bir yerde patlayacak. Eğer ekonomik adaleti sağlayacaksak eski cumhuriyetin yeniden kurulması gerekiyor."
Gencin uzattığı bildiriyi isteksizce iki parmağı arasında tutup okuyormuş gibi yaptı. Renksiz, desensiz ve sadece belirtmek istenilenleri maddelemiş basit bir kağıt parçasıydı bu. Anlamlıydı. Ne yazık ki kendini tutan parmaklar, Ernesto'nun zoraki bedenine dikilmişlerdi.
"Nerelisin sen?" diye sordu Ernesto.
"Onir."
Gencin ciddiyetinde hiçbir sapma olmamıştı konuyla ilgisiz bu soru karşısında. Büfecinin gereksiz diyalog çabasının ardından, bu defa sabahının ilk samimi gülümsemesini yayabilmişti. Bildiriyi katlayıp cebine indirdi ve bu sırada gencin, gazetesini fark edişine şahit oldu.
"Publasa okuyorsunuz. Bizden farklı düşünmüyorsunuz öyleyse."
"Geriye okuyacak pek bir şey bırakmadılar." diye cevapladı Ernesto, suratındaki samimiyeti biraz daha ilerletip;
"Kolay gelsin."
"Bu aptallara acımamak elde değil, değil mi?" dedi Lucian, aydınlanma evresini tamamlamakta olan gökyüzünü seyrederken. Sonra kafasını, gazetesinin manşetlerine son bir kez göz gezdiren Ernesto'ya çevirdi. İşaret ettiği otobüsün durağa yanaşmasını beklerken, hiç de oralı görünmüyordu Ernesto.
Gazeteyi katladı ve otobüsün kapısına yönelirken gözünün ucuyla Lucian'a bakıp "Elde." dedi. Kaşlarını çatarak gülümseyen Lucian, biraz sonra otobüsün içinde, girişteydi.
"Ve, hala benzemediğimizden mi bahsediyorsun bana? Özellikle de bu et torbalarının yanındayken..." Memur kimliğini göstererek otobüste ilerlemeye devam eden Ernesto'nun, Lucian'ın söylediklerine cevabı, pis bir bakış olmuştu.
Otobüste -hele ki bu saatte- fazla kimse bulunmuyordu. Bu durum, elbette, Ernesto'nun işine geliyordu. Zira kimsenin ne kokusunu, ne konuşmasını, ne de dırdırını çekmeden işe gidebilmek en güzeliydi. Her otobüse binişinde hatırladığı okul zamanları, yaşadığı şehirdeki popülasyonun ne derece sorunlu olduğunu anımsatıyordu Ernesto'ya. Öğleden sonra, güneşin altında gitmesi gereken okulu ve ağzına kadar dolu bir otobüs içinde, zorunlu olarak giymesi gereken gömlek ve kumaş pantolonun gazabını.
İşin kötüsü, eğitimcilerin çoğunun yoldan çıktığı bir dönem yaşamış olması, Ernesto'nun başını çok yakmıştı. Kıyafet ve disiplin yönetmeliğine okul dışında da uyulması gerekiyordu. Sebebi, okulun adının kötüye çıkarılmasını engellemekti. Okula gittiğin veya okuldan çıktığın bir saatte, kravatın dahi takılı değilse, bu bir problemdi. Yahut aynı saatlerde elinde sigara ile dolaştığın görülürse. Eğitimcilerin çakallığıydı tüm bunlar belki de. Yönetmeliği kim bilir? Senede onlarca kez değiştiriliyordu o vakitler. Kimin, hangi öğrenciyi, hangi dersten bırakıp, seneye aynı dersi okutması karşılığında kaç para aldığından bihaberlerdi.
Sadece yükseköğretimde değil, ortaöğretimde dahi böyle bir haltın var olması... İşin acınası tarafı ise buydu. Öğrenim hayatını, para basan bir kuzu olarak geçirmeye zorlanmak! Bunca aptallığın arasından yetişip çıkmak ciddi bir beceri yahut şans işiydi. Yine de bunun için dua etmek gerekiyordu.
Geçmişine bulanmış düşünceler bulutunun çıkışını bulmak ise, biraz daha can alıcı bir anın tanımıydı. Tıpkı Ernesto'nun o an yaşadığı gibi. Düşüncelere dalmışken, bir anda kendini otobüsün en arkasında yer alan koltuklardan cam kenarında konuşlanmış olanın üzerinde buluverdi.
Yanındaki adamın farkına vardığında, hayatının aynı sıkıcı çizgide devam edip, boşa gitmekte olduğunu hatırladı. En iyisi onu görmezden gelmekti; tabi bu mümkün olabilseydi.
İnsanları değil, ardını gören gözleri; Ernesto'dan uzak yerlere odaklanmış görünüyordu. Tabi, sadece görünüyormuş gibi olduğunu kanıtlaması da uzun sürmemişti.
"Geçmişine yaptığın kazı çalışmasında çay kaşıkları ve kirli bezler kullandığının farkındasın, değil mi?"
Ernesto'nun en büyük arzusu, yanında oturan psikopatın söylediklerini kulaklarıyla işitebilmek; gerektiğinde işitmek istemeyebilmekti. Fakat duyduğu şey, gerçek bir ses bile değildi. Yapabileceği en fazla, kafasını cama yaslayıp dışarıyı izlemek olabilirdi. Bununsa işe yaramadığını anlatmaya gerek dahi yoktu.
"Bence daha fazla deşmeye çabalama. Çağrışımlar, seni yanlış hatıralara yönlendirebilir." dedi Lucian, başını yavaşça Ernesto'ya çevirirken.
Bir süre bakışlarını ayırmadı üzerinden. Ernesto umursamama numarasını sürdürmekteydi. Durumu yadırgamayan Lucian, küçümseyici bir gülümsemeyle yetinip seyrine devam etti. Sahil yoluna çıkmak için köşeyi dönen otobüsün içinden, yavaş yavaş görünmeye başlayan denizi fark etti.
"Sonunda..." dedi Lucian;
"Fhram Körfezi."
Duyduğu şeye anlam veremeyen Ernesto, kuşku dolu bakışlarıyla sahile döndü ve ilginç bir şey olup olmadığını kontrol etti. Lakin herhangi bir anormallik yoktu. Her şeyin olağanlığına rağmen, Lucian'ın hayranlık ima eden sözleri, nedense Ernesto'nun rahatını bozmuştu.
"İlk defa görmüyorsun ya." dedi Ernesto, mesafesini koruyormuş gibi görünmek için kafasını tekrar cama yaslayıp, eski pozisyonuna dönerken.
Artık boğuk ses, biraz daha derinden yankılanıyordu. Sanki git gide dibe batıyor, yavaş yavaş kendini yok ediyordu. Fakat Ernesto buna alışıktı; Lucian her susmaya başladığında -ki gün içerisinde bu zor bir ihtimaldi- aynı şeyleri hissederdi.
"Her ihtimale karşı..." Ernesto'nun son duyduğu sözler bunlar olmuştu.
Nadiren yaşadıklarının aksine, duyduğu zaman irkilmesini sağlayan sözlerden pek bir farklıydı bu kelimeler. İrkildiği anlarda ise, rüyalarından birinden uyanmış gibi hissederdi. Sadece biraz daha normal kalp ritmiyle ve şoka girmemiş olarak... Etrafına olan ilgisizliğini kaybetmişti artık. Önce, birkaç durak sonra oturacak yer bırakmayacak olan otobüsteki insanları fark etti ve derin bir nefes alıp dışarıyı seyretmeye devam etti. Sonra, kısa süren 'çevreye duyarlılık' başlangıcını istemsiz olarak bitirdi ve Lucian'ın mantıksız, hatta oldukça anormal tavırlarını ve konuşmalarını düşünmeye başladı. İstemsizlik performansından pek kayıp vermediği kesindi.
Bu kadar kısa ve anlamsız bir dizi diyalogdan, hiçbir şeyin veya pek çok şeyin çıkması ihtimali vardı. Zira işin ucunda, yıllar önce benliğini yitirmenin eşiğinden dönmüş bir adamın, belki de aklını kaybetmek yerine, diğer parçasından ayrılmış bir kısmı; kontrolü, direnci ve iradeyi eline geçirmek için uğraşıyor olabilirdi. Onca zaman boyunca beraber nefes almaya zorlanmak, bu duruma zemin hazırlamak için yetiyor da artıyordu. Lakin Ernesto, Lucian'ın böyle bir amaç uğruna harekete geçebileceği pek çok zaman ve fırsata denk gelmişti.
Hayır. Lucian akıllıydı. Elindeki şansı kaçırmayacak kadar gerçek, ancak olasılıkları değerlendiremeyecek kadar hayaldi.
Yine de bazılarımızın, en güçlü silahlarla doğmuş olduğu bir gerçek. Doğru noktalara yapılacak, doğru baskıları hissedebilmek. En donanımlı beynin dahi panikleyeceği an ve anları sezebilmek. Av olduğundan bihaber bekleyeni, masum olup olmadığını önemsemeden, akıl oyunlarına tabi tutabilmek.
Kısacası, şeytana pabucunu ters giydirebilmek için donatılmış doğmak yahut sonradan bu yetileri kazanmak. Somut bir silahın yapamayacağı her şeyi başarabilmek için var olduğunu bilmek. İşin piyangosu ise, bu yetilerin ne yönde kullanılacağı. İşte bunun bir piyango olmasının nedeni, iradenin tek taraflı çalışmıyor olması.
Felsefe ve edebiyat bir kenarda, o 'sofistike' duruşlarını sergileyedursun, Ernesto'nun otobüsten inme vakti gelmişti. Kargaşa dolu kafasının içinden geçenleri bastırmak için ne halt edeceğini bilmediği; bir elinin düğmeye, diğer elinin cebine titreyerek ulaşmasından belliydi. Anlaşılan otobüsten inmesiyle, ölüm yoluna öpücük göndermesi bir olacaktı.
Yoluna devam etmek için duraktan ayrılmakta olan otobüsün ardından, şehrin göbeğinde, kirli havayı içine çekmekten biraz bile rahatsızlık duymadan, sigarasını yakıp zehriyle bütünleşmişti. Güzelim sahile sırtını dönmüştü ve karşısında, son birkaç senesini geçirdiği emniyet müdürlüğü, geniş avlusu ve üç büyük binasıyla suratına bakıyordu. Ernesto, kısık gözler ve dudağının kenarından belli olan, girişi kapatmış dişleriyle alışılagelmedik bir ifade sergiliyordu. Tabii, bu ifadenin ömrü, yeşil ışığın yanacağı ana kadar sürecekti.
Bir elinde gazetesi ve diğer elinde sigarasıyla genç adam, emniyet müdürlüğünün girişine yönelmiş, kimliğini çıkarmaya tenezzül dahi etmemişti. Herkes onu tanıdığı için değil, çoğunluk onu tanıdığı ve daha fazlasının da ona yaklaşmaya cesaret edemediği için; buna güveniyordu, bu umursamaz tavırlarının devamlılığı.
Avlunun girişinde ufak bir kontrol noktası bulunuyordu. Araç girişinin hemen yanında, yaya girişi ve yaya girişi boyunca ise bir güvenlik kulübesi vardı. Günden güne nöbetler ve nöbetçi memurlar değişiyor, müdürlüğün çekirdek kadrosu dışında tayinler havada uçuşuyordu. Polis devletinin, pek de polis devleti olamayan haliydi kısacası. Kadrolaştıkça kadrolaşma, yüksek makamlardaki ensesi kalınların yakınlarına, yakınlarının yakınlarına ve pek de yakın olmayan yakınlarına ufak tefek, bir o kadar da masumane iş olanakları sağlıyordu. Yine de bazı yasalar, çekirdek kadro kavramında hızlı değişimleri engellediği için Ernesto ve iş arkadaşlarının yerleri belliydi. Değişenler ise, ortama ayak uydurmaları en az bir ay süren memurlar oluyordu. Toplumsal güvenliğin ne kadar önemsendiğini kanıtlamaya gerek olmadığı kesindi.
O gün -herhalde yeni tayin edilmişti ki- bir memur, Ernesto'yu hayatında ilk defa görmüştü. Yaşını 'pek' göstermeyen, etrafında gelişen olaylardan kopuk bir adamın kontrol noktasından geçiyor olması da, sanırım o günkü görevli beyefendiye, 'bu adam kesinlikle buralı' çağrışımı yapmamıştı ki, Ernesto'nun arkasından "Bir dakika! Dur orada!" diye seslenmişti.
Hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden Ernesto'nun, sesini duymadığını zanneden görevli, oturduğu sandalyeden hızla kalkıp güvenlik kulübesinin kapısına yönelmişti ki, yanında onunla beraber nöbette olan diğer güvenlik görevlisi "Bekle!" diyerek adamı kolundan yakaladı. Adamı kendine çekip, güvenlik girişine bakan camdan, aheste aheste yoluna devam eden sinir bozucu adamı işaret etti.
"O, Clementi." dedi;
"Amirliğin çekirdek ekiplerinden birinde komiser." diye de ekledi, orta yaşlı adam.
O iki adamın, hakkında dedikodular yapmakta olduğunu çok iyi bilen Ernesto, yavaş adımlarla, yolun ve kamu alanında içilen sigaranın zevkini çıkarırcasına ortadaki yüksek binaya yürüyordu. O sabah, avludaki trafik fazlasıyla azdı. Girişine yaklaştığı ana binanın, hemen yanında bulunan kapalı otoparka giren çıkan araç olmaması; o sabah, şehirde bir problem olmadığının ve anormal bir gün olabileceğinin göstergesiydi. Bunun farkında olan memurlar, sadece küfür etmekle yetiniyorlardı.
Ana binanın giriş kapısının iki yanında, duvarların dibinde, üçer büyük saksı ve ne idiği belirsiz süs bitkileri bulunuyordu. Bir tarafta ise, diğerinden farklı olarak; bitkilerle yan yana olmasıyla büyük bir ahenk yaratan, metal bir küllük vardı. Küllüğün yanında, ayakta duran kişi ise tanıdıktı. Kare desenli gömleğinin içinde siyah bir tişört, altında kot pantolon bulunan ve sigarasını içmekte olan adam, Ernesto'nun gelişini izliyordu. Kirli sakalı dışında; siyah, düz saçlarıyla bir beyefendiye benziyordu. Yapılı olması ve kararlı duruşuyla, dışarıdan bakan birisine aşırı ciddi görünüyordu. Dumanı dışarı üflemesinin arifesinde, izmaritini yavaşça küllüğe bastırdı ve sigarasını söndürmeye niyetli olmayan Ernesto'ya yöneldi.
"İyi bir gün olacak gibi görünmüyor." diye seslendi, tanıdık yüz. Ernesto ise 'her zamanki' gülüşüyle, yani ağzının kenarıyla sırıtıp hafifçe tıslayarak "Sana da günaydın, Alaik." dedi.
Eski dostluklar biraz gariptir, hele ki yirmi seneyi aşmış dostluklar. Oyun bahçesinde başlayıp, belki omuz omuza bitmek zorunda bırakılacak olan kardeşlikler... Böyle günlerde dahi güvenilebilir birilerinin olması, şans. Geçmişe dönüp, anıları yeniden taramanın bir anlamı yok tabii ki. Sadece, bu hissi anlatmak zor. Belki sadece Ernesto için geçerlidir, belki değildir. Yine de selamlaşmanın bir anlamı yoktu. Birisinin varlığına alışmışlık her hâlükârda farklıdır.
Ölmek için can atan sigarayı yaşatmak için uzmanlığını ortaya koyan Ernesto'nun yanında yürümeye başlamıştı Alaik, giriş kapısından itibaren. İki kat için, müdürlüğün bilgi vermeye can atan danışma masasının hemen yanında bulunan çift kapılı asansörü kullanmanın hiçbir zaman anlamı olmamıştı. Ernesto'nun, bir asansör ve iki kat için bu kadar stres peşinde koşup merdivenlere yönelmesinin de pek anlamı yoktu. Zaten sigara içmenin zevkini, oksijene hiç ama hiç ihtiyacı olmayacağı merdivenlerde çıkarmayı planlıyordu.
Yasalar gereği, kapalı alanda sigara ve benzerlerinin tüketilmesi yasaktı. Aynı yasalar, içme suyuna karışan siyanüre tek kelime etmiyordu. Ne de olsa birilerinin zengin olması, herkesin hayrınaydı. Toplumsal konularda çakallık yapan bir takım yalakalar ise, en ufak bir hatayı dahi affetmeyerek yetkilerini kullanmaktan çekinmiyorlardı.
Tabi, Ernesto'nun bu 'risk bağımlısı' hareketleriyle nokta vuruşu yaptığı açıktı. Çünkü bağlı bulunduğu bu müdürlüğün kanatları altında, kendisine karşı kin besleyen çokça çakal bulunmaktaydı. Kimileri ise onun bir deli olduğunu düşünüyordu. Görev arkadaşları ve başarılı geçmişi, kovulmasını yahut sürülmesini erteliyor da erteliyordu. Herhangi bir haltı hiç korkmadan edebileceğini zannetmesinin sebebi buydu.
Bir diğer sebebi ise, kaybedecek bir şeyi olmamasıydı.
"Merfr'ün havası pek yerinde değil. O sigaraya dikkat et derim." dedi Alaik, Ernesto'nun umursamazlığından bıkmış bir tonda.
Başka birisi olsa, arkadaşça önermelerinin karşılığında koca bir sessizlikle yüz yüze kalmayı kendine yediremezdi. Onca yıllık arkadaşının, değişime uğramış ve gelgitlerle dolu bu haline katlanmak ve üzülmemek elde değildi. Sineye çekmek ise ayrı bir dert. Yine de şansını bir kez daha denemekten yanaydı Alaik.
"Babanın arabası hala garajda, değil mi?" diye sordu, merdivenlerden çıkarken.
Alaik'in, yanındaki adamın suratına sağlam bir yumruk indirmemesinin sebebi, Ernesto'nun başını sallayarak cevap vermiş olmasıydı. O da cevaptan sayılırsa. Bir şeyler anlatmak zorunda hisseden Alaik, şansını zorlamaya devam etti.
"Marcus, ve elbette hepimiz, artık otobüsle gelmeni istemiyoruz." diyerek devam etti;
"Gerekirse evinin önünden alırım seni."
İlk kata ulaşmışlardı. Alaik'in söyledikleri, Ernesto'nun bir kulağından giriyor ve diğer kulağından uçup gidiyordu. Yine de cevap vermeye yeltenebildi, nihayetinde.
"Bugün, şu cumhuriyet isteyen gençlerle saçma bir konuşma geçti aramızda." diye girdi konuya, Ernesto.
Alaik, doğru düzgün bir cevap beklerken karşılaştığı bu anlamsız hikayeye sinirlenmişti. Kafasını bir anlığına başka yana çevirip hızlıca nefes verdi. Fakat oynamaya devam edecekti, o gereksiz muhabbetlere girerek kendini savunmaya çalışan kabuğunun altında bir Ernesto, hala kurtarılmayı bekliyordu.
"Hani, eski ülkeyi yeniden kurmak için mücadele verenlerden biriyle. Bir üniversite öğrenci-"
Alaik, Ernesto'yu paltosunun yakasından yakaladığı gibi, kat arasında duvara yapıştırdı. Afallayan ve neye uğradığına şaşıran Ernesto ise sigarasını ve gazetesini yere düşürdü. Bu durumu fırsat bilen Alaik, sigaranın üzerine basıp kolunu Ernesto'nun boğazına dayadı. Bağırmak yerine sakin ama öfke dolu bir tonda konuşmaya başladı.
"Bana bak, Ernesto... Kulaklarının nerene kaçtığı umurumda değil. Çünkü artık beni ve diğerlerini dinlemeye başlama zamanın geldi."
İnsanların onları kayıtsızca izliyor olmalarını umursamadan, Ernesto'nun gözlerine hiddetle bakıyordu genç adam. Karşısındaki insanın artık o eski dostu olmadığı ve duygularını kontrol edemeyen bir canlıya dönüştüğü gerçeği dehşete düşürüyordu kendisini. Sesini biraz daha yükselterek konuşmaya devam etti.
"Senin gördüğün zararı, edebildiğimiz kadar, tamir etmek için elimizden geleni yaptık. Hepimiz! Fakat sen yaralarını gizledikçe gizledin. Şimdi kabuk bağlayan her şeyi kaşımaya başladın, ama o kadar korkak durumdaydın ki, hava almasından korktuğun için gün ışığına çıkarmadın."
Alaik'in nereden vuracağını iyi bildiğinden haberdar olan Ernesto, kendisini toparlamayı başarmıştı. Arkadaşının karşısında dimdik duruyor, fakat ona karşılık veremeyecek kadar onu önemsiyordu. İçinde bir parçası kalmış ufak eski bir bağ, halen benliğini hayatta tutmak için savaş veriyordu. Alaik'in ulaşması gereken derinlik, tam olarak burasıydı. Yine de, çok can yakıcı bir konuşma olacağı için kimse buna cesaret edemiyordu. Alaik bile. Sesini yükseltmeye devam ediyordu.
"Şimdi bir seçim yapmak zorundasın: Ya hayata geri döner ve yaşamak için elinden geleni yaparak her şeyin gerçekten düzelmeye başladığını bize gösterirsin..."
Bardağı taşırdığını bilen Ernesto'nun kendi aklını karıştırma yöntemleri, fazlasıyla allak bullak olmuştu. O an, ne kadar uğraştıysa da dikkatini dağıtamadı. Kulakları, Alaik'in söylediklerine odaklanmıştı. Yıllar yılı dost bellediği bu adamın gözlerinde kaybetmeye başladı kendini. Alaik ise artık bağırıyordu.
"...ya da geçmişinde yaşamaya devam eder ve Alessa'yla beraber mezarda böceklere yem olursun!"
Bozulmuş sinirlerinin etkisiyle kaskatı kesilmiş kolunu, Ernesto'nun boğazından çekti. Birkaç adım geriye gitti ve bu soğukta dahi doğru dürüst çalışamayan ısıtma sistemine rağmen, sıcaktan bunalarak gömleğini çıkarıp arkasındaki korkuluklara astı. Havada asılı durmasından hoşlanmadığı ellerini, pantolonunun arka ceplerine soktu ve beklemeye başladı.
Onca zamandır daha beterini beklediği, ancak o an için fazlasıyla hazırlıksız yakalandığı bu ani öfke patlaması sonrası, kendine gelmesi için ufak bir durgunluğa ihtiyacı olan Ernesto, önce paltosunu düzeltti. Sonra karşılık veremeyeceğini bildiği için, başını iki yana sallayarak başka yöne çevirdi. Hesapta, bakışlarını kaçırmak zorunda hissediyordu.
Bu sefer, dışarı verdiği nefesin boşa gittiğinden yakınıyordu kendine. Fakat olanları abartacak gücü ya da hakkı olmadığını bildiğinden, kararlı bir ifadeye bürünüp Alaik'e döndü. Hafif dolan gözlerinin ardından, başıyla duyduğu her şeyi onaylayıp konuşmaya başladı.
"Haklısın." dedi Ernesto. Titremeyen sesi, dikkat çekici bir atmosfere davet etmiyordu kimseyi;
"Haklısın, ama toparlanmak herkes için aynı kolaylığı ifade etmiyor."
Ernesto, bir derin nefes daha almıştı. Çünkü yaşadıkları bu ufak sahnenin bir karar aşamasına giden yol anlamına gelmesi gerekiyordu; kendini toparlayıp tavsiyelere uyma vakti gelmiş ve geçmişti bile. En azından aklından geçen yeni kimlik bu fikirleri dikte etmekteydi.
"Tavsiyelerine uymam en doğrusu olacaktır. Yine de hala zamana ihtiyacım var."
Alaik, duydukları karşısında ikna olmuş gibiydi. Daha doğrusu, arkadaşına benzetemediği adama inanmak istiyordu. Kafasını birkaç kere hızlıca sallayıp, düşünmek için başka taraflara baktı ve tekrar Ernesto'ya döndü. Bu sefer rahat bir nefes vermişti dışarı.
"Amatör." dedi Lucian, aniden Alaik'in arkasından belirerek. Gülümseyen yanık suratının ardındaki şeytanlık, belki de bir defa daha Ernesto'nun planlarına aykırılık katmaya karar vermişti.
"Fırsatçılık... Bazıları bu kelime için bile 'akım' süsü verilmiş yabancı sözcükler kullanacak kadar enayi ve özentiler. Fakat sen, safkansın. Normalde, bu kelimeyi öyle bir yerde olaya dahil ediyorsun ki, kimse aksini düşünmek için çaba sarf etmiyor." diye ekledi Lucian, geçmişten gelen örnekleri göz önünde bulundurarak. İşin ilginç yanı, Ernesto dahi bu iltifat için zayıf bir örnek olduğunun farkındaydı az önce söylediklerinin. Yine de ifşanın lüzumu yoktu. Beklenilen bir cevap vardı.
"Pekala." dedi Alaik.
Ernesto'ya bir adım daha yaklaştı ve ekledi;
"Eğer bu saçmalık sürecek olursa, seni pek güzel bir gelecek beklemiyor olacak..."
"...Akıllı bir adamsın, düşün bunu."
Alaik, son uyarısının ardından Ernesto'dan birkaç adım uzaklaştı. Gömleğini eline aldı ve tekrar Ernesto'ya dönüp "Kendine geldiğinde yukarı gel. Bugün sana iş yükleyeceğiz." dedi.
"Herkes yargıç olmuş..."
Ernesto'nun, Alaik merdivenleri çıkarken kısık sesle söylendiği şey buydu. Şikayet ederken bile dikkatinin bir kısmı, merdiven kenarında kıs kıs gülmekte olan Lucian'ın üzerindeydi. Yavaşça dağılmakta olan kalabalığın içinde dikkate alınmaya değer bir tek o vardı. Masallara misal oluyordu: Bir vardı, bir yoktu...
Yerden aldığı gazeteyi bir kaç kez bacağına vurarak, üzerine yapışmış tozları havaya savurdu ve merdivenlere yöneldi. İlk adımını atarken dahi gözünün ucuyla Lucian'ı kontrol ediyordu, fakat bunu ondan ve elbette Lucian'dan gayrı fark edebilecek birisi yoktu. Her şey, o an için, yolunda gidecekmiş gibi görünüyordu Ernesto'ya. Merdivenlerin sonuna geldiğinde hafif endişeli bakışlarla kafasını sola çevirip, geniş ve uzun koridorun sonuna baktı. Endişesinin kaynağı, birilerinin hakkında karar veriyor olma ihtimaliydi. Haklıydı da. Koridorun sonunda, Alaik ve Marcus, Ernesto'nun yaşadığı dünyayı masaya yatırmaktaydılar.
"Her okyanusun bir sonu olduğu kocaman bir yalan, Clementi."
Lucian'ın bazı konuşmalarını öyle derinden hissediyordu ki Ernesto, o anlarda zamanın yavaşladığına tanıklık edebiliyordu. İçinde ve dışında akan zaman arasındaki bütünlük öyle bir bozguna uğruyordu ki, cehennemde yaşamanın ne demek olduğunu ondan daha iyi bilemezdi kimse.
Hangi yöne gideceğini bilemediği anlardan nefret etmesi de cabasıydı. Yine de o saniyeleri yaşamaktan haz duyarcasına dinlemeye devam ediyordu Lucian'ı.
"Bak! Senin hakkında geveliyorlar yine." diye konuşmaya başladı Lucian, Ernesto'nun yanında belirerek. Kısacık zaman diliminin uzamaya başladığı o anlarda beraber yürümek istiyordu belli ki.
"Hepimiz aklımızı kaçırırız, değil mi? Yani, demek istediğim, bu durumda sıkıntı yaratacak bir şey yok." diye alay eden Lucian gülümseyerek devam etti;
"Ah... Haklısın. Sen sadece insanlardan faydalanarak kendini koruyan bir zavallıydın. İyi ki en yakın dostların üzerinden yaşamaya çalışmıyorsun."
Ernesto'nun 'aldırış etmiyorum' diye bağıran ve bağırdığı için yapmacık olan ifadesi yavaş yavaş bozuluyor; bozuldukça yerini öfke ve hiddete bırakıyordu. Hafif dolan gözleri, sanki kendi göz yaşlarını silmek için mücadele veriyordu. Yine de kararlıydı genç adam. Duvarları yıkılmayacaktı, ölene kadar.
"Bu konuda yanılıyorsun." dedi Lucian, Ernesto'nun önünde geri geri yürüyordu bu defa.
Göz teması, Lucian'ın gülümsemesi ve Ernesto'nun suskunluğu. Lucian, gülmeyi bıraktı ve kafasını hafifçe sağa kırdı. Fakat, gördüklerine hafif şaşırmış gibiydi. Alaik ve Marcus'a yaklaşırken, Ernesto bir süreliğine, Lucian'ın da ötesine bakıyordu. Gözlerini hafifçe kısıp tekrar sırıtmaya başladı.
"Öyle olsun." dedi ve kayıplara karıştı.
Ernesto, 'dostlarının' yanına yaklaşırken, konuşmalar da yavaş yavaş duyulabilir hale gelmekteydi. Elindeki dosyayı açmış, inceliyormuş gibi görünen ve Alaik'e göre biraz daha yapılı duran Marcus, Ernesto'nun kendilerine olan mesafesine dikkat ederek konuşmaya devam ediyordu.
"...halledebiliriz." dedi Marcus, Alaik'e bakıp kafasıyla onaylayarak.
En azından, Ernesto'nun anlamlandırabildiği tek kelime bu olmuştu. Ernesto'nun yakınlaştığını gören Alaik, Marcus'un omuzuna hafifçe vurup, hemen yanında duran odanın kapısını açıp içeri daldı.
"Detaylandırmayı bırak." diye seslendi Marcus, onu duymaktan aciz bir vaziyette olanları analiz etmeye çalışan Ernesto'ya. Cüssesi bir yana, saygı duyduğu bu adamın seslenişi karşısında irkilmiş ve kendine gelmişti Ernesto.
"Günaydın, Marcus."
Marcus gülümsedi. Aralarında belki üç, belki dört yaş olmasına rağmen, Ernesto'nun ağabeyi, hatta babası rolündeydi kendisi. Elindeki dosyayı kapatıp, bir eliyle Ernesto'nun boynunu kavradı şefkatle.
"Olanlar için Alaik'i bağışla. Fakat herkes senin için endişeleniyor..."
Ernesto biraz nefes alıp konuşmaya başlamak istedi, fakat Marcus, cümlesini bitirmekte ısrarcı olduğu için Ernesto'ya izin vermeyerek devam etti.
"...Aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Ancak, sen artık tanıdığımız adam değilsin. Yine de aklını başına alacağını biliyorum ve sana güveniyorum." diye bitirdi ve elindeki dosyayı, Ernesto'ya uzattı.
"Birazdan toplanıyoruz. Kahveni al ve gel." diye ekledi Marcus.
Alaik'in az önce girdiği odanın kapısını açtı ve Ernesto'ya dönüp göz kırptı. Koridorda yalnız kalmıştı Clementi. Yalnız ve gürültülü.
"İnsanlar, kimin gerçek ve kimin sahte olduğunu ayırt edemiyorlar." diye akıl karıştırma çabasına keskin bir dönüş yaptı boğuk ses;
"Senin duyguların da pek ak sayılmaz. Değil mi?"
Öfke dolu gözlerini kapıya dikmiş ve omuzundan kulağına fısıldayan adamı umursamayan duruşuyla kapının arkasındaki gölgeleri izleyen Ernesto'nun dudaklarından, yaşadığı sahneyi paramparça etmeyi güden bir çift kelime döküldü.
"Kapa çeneni."
Toplantı odası pek geniş değildi. Büyük oval bir masa, çevresinde sandalyeler, pencerenin hemen karşısında büyük bir tahta ve gerekli dokümanların tutulduğu geniş dolaplar. Masanın pencereye bakan tarafında Ernesto, hemen sağında biri kadın, diğeri erkek, iki komiser yardımcısı oturuyordu. Ernesto'nun sol yanında ise, Alaik ve Beren bulunuyordu. Herkesin, önündeki dosya ve dokümanları incelediği toplantı odasının tahtasının önünde de Marcus dikilmiş, tahtaya yazdıklarını okuyordu.
"Takip ve dinlemeler bitti." dedi Marcus, tahtaya bakarak.
Ellerini beline koymuş, işiyle gerçekten ilgilenen bir adam görüntüsü veriyordu. Odanın atmosferine renk katmak, polisiye romancılığın tekilliğinde ve duman altı görüntüsünde kaybolmak için adeta oyunculuğunu ortaya koyuyordu. Sandalyesine yavaşça otururken etrafında oturan adam ve kadınların hallerini süzer gibi hızla baktı her birine.
"O halde, elimizdeki her ufak detayı son bir kez gözden geçirelim." diye devam etti, işi şansa bırakmaktan yana olmadığı kanısına varabilmeleri için.
Alaik'in yanında oturan ve Ernesto'ya empati duyabilen belki de tek dostu Beren, önündeki dosyanın arasından bir fotoğraf çıkarıp masanın ortasına attı. Siyah saçlarının dağınıklığına isyan ederken anlatmaya başladı.
"Talen." dedi Beren. Bir eliyle topladığı saçları tutup, diğeriyle gri ceketinin cebine sıkıştırdığını hatırladığı tokasını arıyordu.
"Şüphe çektiğinden beri takipteyiz. Yaklaşık on ay oldu ve vurgunun yaşandığı gece, göz kamaştırıcı bir eğlence düzenleyebilecek kadar aptal olduğunu kanıtladı."
Beren'in, 'göz kamaştırıcı eğlence' dediği anda bakışlarını çevirdiği Alaik, hafif gülümseyerek başını çevirdiği yönde boynunu kırıp, o andan kurtulmak için çabalıyordu. Bu sırada arkasına yaslanmış, elindeki çakmakla oynayan Ernesto, olaya dahil olmaya karar vermişti.
"Alkolün kalitesizliğinden hepimiz şikayet etmemiş miydik?" dedi Ernesto, bakışlarını Beren'e dikip. Genç kadın gözlerini kısarak karşılık verdi. Muhabbeti bölmemek için yemin etmediğini hatırlayan Marcus hemen araya girdi.
"Lütfen..." dedi, bakışlarını aynı ikili arasında devriye görevine yollamış gibi;
"Sadece devam edelim. Olur mu?" diye de ekledi.
Ernesto'nun sağında oturan kadın komiser yardımcısı, Talen denen adama ait fotoğrafı eline alıp 'bilgileri gözden geçirmek' adına güzel bir adım attı.
"Adam, fazla parayı görünce aklını oynatmaktan kendini alamamış bir muhasebeci. Fakat, patronlarıyla doğrudan temasta olduğu ve pek çok grupla çalıştığı için, aynı zamanda bir ara bulucu ve bir çeşit ayaklı sözleşme."
"Ve... Bu yüzden başıboş değil. Görünmez bir koruma ordusuyla geziyor." dedi Ernesto, ne kadar 'katılmacı' olduğunu göstermek adına. Bedenini ortak bilgi bankasına çekip dirseklerini masa koydu ve konuşmasına devam etti.
"Yine de sabit hedef halindeki pozisyonları yetersiz ve herhangi birimiz, hatlarını kolayca yarıp adamı hedef alabiliriz."
Ernesto'nun çıkışından ve son sözlerini söylerken takındığı hastalıklı tavırdan rahatsız olan genç kadın, Ernesto'nun kaldığı yerden son rötuşlara desteğini sürdürdü.
"Vurgun devamında, istihbaratın verdiği bilgiye bakılırsa, para aklama girişimleri başlamış. Yani yeterince beklediler ve harekete geçmek için bir buluşma ayarlayacaklar." dedi genç kadın ve istihbarat notlarının bulunduğu dokümanları Marcus'a uzattı.
"Teşekkürler, Tara." dedi Marcus hafif gülümseyerek ve konuşmaya devam etti.
"Kısa geçmiş olduğumuz tüm bilgiler yerli yerinde ve operasyonun şeması önünüzdeki notlarda. Gece olana ve eğlence başlayana kadar bekleyeceksiniz. Operasyonun teori olmaktan çıkması için çalışmalar çoktan bitti. Sadece saatinde, yerlerinizde olun."
Marcus'un konuşması bittiği anda duyulan çakmak sesinin ardından, Marcus'un tam karşısında oturan 'eski dost' ahkam kesmek için bekliyordu. Çakmağı söndürdü ve arkasına yaslandı.
"Özetini ben geçeyim. Yukarıdan birileri, bu pisliklerin yapmak istemedikleri bir işten rahatsız olmuşlar." diye konuşmaya başladı Ernesto, komiser yardımcılarına bakarak. Aslında anlatmak istedikleri, hayat dersi yalanını gerçeğe çeviren şeylerdi.
"Elimizdeki bunca bilgi ile, sadece kapılarının önünden geçerken evlerine uğrar ve onları içeri alırız. Kimsenin ruhu duymaz. Yine de birileri, bu haltın medyaya yansıması konusunda ısrarcı."
Marcus, Ernesto'nun söylemlerine yabancı değildi elbette. Lakin, belirli ortamlarda rengini belli etmesinden rahatsız olmuyor da değildi. Gözlerini Ernesto'ya dikmişti.
"Bunu konuşmak için mekan seçimin hatalı, Clementi. Sana, yaptığın iş ve sorumlulukların için el kitabı verecek değilim. Merfr birazdan burada olur. Her şey kesinleşir, emir verilir. O yüzden, işimizi yapalım ve kazasız belasız bitirelim gitsin." diye çıkıştı Marcus, Ernesto'nun sinsi gözlerine aynı dozda attığı bakışlarıyla.
Söylediklerine karşılık sırıtmakla yetinen arkadaşı karşısında edebi düzeyde cevaplar vermeye niyeti yoktu. Her zaman değil ama o an için içten içe günü kurtarmak istiyordu Marcus. Ernesto'nun endişe dolu gözleri ise önce Marcus'a yönelmiş, sonra kendisine bakan Beren'i görmüş ve hafif sırıtarak kafasını farklı yöne çevirmişti.
Nereye gittiği belli olmayan bu konuşmaların hemen ardından açılan kapıdan yaşlıca bir adam içeri girdi.
"Rahatsız etmediğimi umuyorum." dedi, özellikle Ernesto ve Marcus'u süzerek.
Yıllarını işine harcadığını belli eden gözlüklerinin ardındaki sabit bakışları, ciddiyet ve disiplin gereksinimine çağrışım yaratıyordu. Hafif çatık kaşları ve beyaz kirli sakalları, geçmişinin, kendisi için bir miras olduğuna işaretti. Tecrübelerinin geliştirdiği bir ruh hali. Merfr, kendi çapında bir profesyoneldi. Belki en iyilerinden biriydi de.
"Güne böyle başlamaktan nefret ediyorum. Fakat, planlamalar bitti ve adamlarımızı sağlama aldık." diye konuşmaya başladı Merfr, kapıyı kapatıp odanın içindeki varlığını somutlaştırarak. Hızlıca tahtanın olduğu yana doğruldu.
"Gece 1'de, Talen'ın ilk ve en sağdık müşterisi Dimitriv'in gece kulübünde toplantının olacağını biliyoruz. Dimitriv ve diğerleri, uyuşturucu ve kadın ticareti yapan tipler. Aralarındaki farkı pek görebileceğimizi zannetmiyorum. Fakat..."
Tahtada resmi bulunan Dimitriv ve Talen'ı çerçeve içine alan Merfr, altında Jaros yazan resmin çerçevesini biraz daha kalın çizmişti.
"Jaros Palemari."
Gözlerini kısmıştı Merfr. Beklenmedik şeyler yaşamayı sevmiyordu belli ki. Arkasına dönüp onu izleyen genç beyinlere hitap etmeye çalıştı;
"Dün geceye kadar bilmiyorduk Jaros'un olaya dahil olduğunu. İçerideki adamlarımızdan biri, Palemari'nin gelişini doğruladı. Yani bu gece, o restoranda, Jaros Palemari ve profesyonelleri yer alacak."
Kimsenin gözü korkmuyordu. Lakin basit bir manşet operasyonunun bu noktaya varmış olması şaşırtıcıydı. Belki biraz fazla şans eseriydi bu. Belki de bu eksik istihbaratın bir nedeni bulunuyordu. Marcus derin bir nefes aldı ve koltuğunu hafifçe Merfr'e döndürdü.
"Bundan daha önce haberimiz olmalıydı. Silah satıcıları işin içine karıştıysa, hikayeyi elimizden alıp Terörle Mücadele'ye sevk edebilirler zoraki. Siyasi düzeyinden bahsetmiyorum bile." dedi Marcus, endişeli sesinin, yavaşça yükselen tonlarının eşliğinde.
"Farkındayım, Marcus. Sıradan olmayacak bu iş. Jaros'un bizzat karşımıza çıktığına nadiren rast geldik. Fakat öyle veya böyle, Jaros orada olacak." diye cevap verdi Merfr ve elini Marcus'un omuzuna hafifçe vurup masanın diğer tarafına, pencereye yöneldi.
"Peki ekip sayısında nasıl bir değişiklik oldu? Yani, adam orduyla geziyor değildir herhalde." diye sordu Tara, dikkatli gözleriyle Merfr'ü izlerken.
Pencerenin önünde, dışarıyı izlemekte olan Merfr, genç komiser yardımcısının sorusuna nazikçe yanıt verdi.
"Koordine etmede gecikmiş bulunduk bile. Zannedersem müsteşarlık desteği göreceğiz. Ekip sayısı artacak; birazdan bununla ilgileneceğim."
Merfr, tekrar masaya döndü ve Ernesto'nun oturduğu koltuğa yaklaşıp, durumu düşünmekte olan çocuklarını gördü. Başlarına bir şey gelmesinden korktuğu aşikardı. Ne de olsa meslek icabı, bazı insanların, diğerleri için hayatlarını feda edebileceklerine pek çok kez şahit olmuştu onca yıl boyunca. Varılan ile hedeflenen nokta farklıydı. Birilerini korumak yerine, başkalarının zincirlerinin ucunda tasmalanmış buluyordu insanlar kendilerini. Bazıları, kovalamaca ve çeşitli oyunlar sonucunda kazandıkları mama dolu küçük taslarını, geçici ödüller olmalarına rağmen aşkla karşılıyorlardı. Bazıları ise, içine düşürüldükleri duruma baş kaldırıp, belli etmeden ilerlemeyi seçmişlerdi. Gelişmiş toplumlar bilir ki, ikinci seçenek gözle görülür bir biçimde tehlikelidir ve tercih dışı sayılması müşterektir
Yine de bunları düşünmek, bir değişikliğe sebep olmuyordu. Zira teoriler, insanların kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan yalanlardır. Zincirleri tutanların ödülleri kadar geçicidirler. Kesin çözümlerin yolu doğru teorileri işleme sokmaktan geçer. Merfr gibilerinin yapmaya çalıştığı da tam olarak buydu. Geri planda kalıp gizlenerek ilerlemeye çalışmak ve bu sırada bir fark yaratabilmek... Elbette, bu düşüncelerin hiçbirinin, endişelerine bir yararı dokunmuyordu. Bunun farkında olduğu için, yıllar yılı sigara dumanına maruz bıraktığı ciğerlerini, tiryakiliğini belli edercesine oksijenle doldurarak bugüne başlamak istedi.
"Problem olmayacak." diye cevap verdi Marcus, Merfr'in kafasını kurcalayan soruları hedefleyip. Kendinin ve ekibinin iyi olacağına dair söz vermek için devam etti.
"Bu ekip son üç yılı kazasız atlattı. Değişikliğe lüzum yok, amirim."
Merfr gülümsedi. Gülümserken, bir yandan sağ eliyle Ernesto'nun omuzuna hafifçe vuruyordu. Her ne kadar Ernesto'nun davranış ve ruh halinden hazzetmeyip endişeye düşse de; Ernesto da onun çocuğu sayılırdı.
"O halde, devriyede iken dikkatli olun ve fazla göze batmayın." dedi Merfr, kapıya yönelirken.
Merfr dışarı çıkarken, Marcus ve komiser yardımcıları, diğerlerinden biraz daha evvel ayağa kalkmıştı. Marcus kadar ciddi görünmeye çalışanı da, Ernesto kadar anarşi sempatizanlığı oynayanı da, fazlasıyla saygı duyuyordu bu adama. Kapıyı açacakken, masanın başında, ayakta dikilmiş duran Marcus'a döndü Merfr;
"Beni ararsan, Marcus, bakanlıktan birkaç ensesi kalını ağırlıyor olacağım. Beni kurtarmaktan çekinme, uzun süre dayanabileceğimi zannetmiyorum."
Konuşulacaklar konuşulmuş, noktalamalar yapılmıştı. Herkes, o küçük toplantı odasından ayrılırken, müfettiş baskınlarını umursamadan sigarasını yakmış ve pencerenin kenarına yapışmıştı Ernesto. Pencerenin diğer yanında ise, dumanı ikiye katlamakla uğraşan Marcus. Bir süreliğine sesleri çıkmamıştı. Kardeş sayılabilecek iki adam, küllük yaptıkları; hafif ıslak pet bardağı, pencerenin önüne koymuştu. Güneş ışığı, odayı sarmaktan vazgeçmişti ve göğe yükseldikçe karanlığa terk ediyordu salonu. Çok da önemli değildi zaten, o cılız ışığın kırabileceği bir soğuk değildi dışarıda kol gezen.
"Kış için fazla cimriler." dedi Ernesto, sigara dumanını dışarı vererek. Diğerlerine, temkinli yaklaşmaya çalışıyordu.
"Kazanın yarısını kullandıklarından adım gibi eminim."
Marcus gülümsedi. Ernesto'nun boş yere oynadığı oyunlardan nefret ediyordu ama her defasında dahil olmayı da biliyordu.
"Kazanın tamamını yakıyor olsalar, aksini düşünenlere karşı böyle bir savaş vermezlerdi." diye cevap verdi Marcus, soru olduğunu anlamak için aşırı dozda empati gereken cümleye.
Kuralları basitti. Bir kere, Ernesto'nun gereksiz yere, gereksiz oksijen harcadığını anladıysan biraz tiyatral ol ve düşüncelerini dolandırmayı ihmal etmeden mantıklı cevap ver. Çünkü Marcus'un karşısındaki adam, konuşturuldukça çözülebilen tiplerden bir tanesiydi. Sadece güvendiği insanlara karşı, bu hususu kanun kabul eden bünye için, tabii ki, tam tersi de geçerliydi. İletişim kurmadıkça, kilidin gücü artıyordu. Belki de bulmacayı en hızlı çözenlerden biri Marcus olmuştu. Bu nedenle zaten Ernesto için bir çeşit ağabey, danışılabilecek bir merci idi. Alaik veya Beren kadar eski olmasa da, etrafındaki her arkadaşın değerini bilmek aslında önemliydi onun için. Bazen düşünüyordu, kaybetme korkusu muydu onu delirten yoksa diye. Buna verecek cevabı yoktu. Ortaya psikopatın tekinin çıkması zamanlama meselesi olmuştu artık.
"Ahenk yaratmaya niyetim yok. Söylemek istediğini söyle, Marcus."
Ernesto'nun bazen özüne döndüğü anlar vardı elbet. Aklını karıştırmak için uğraşmadığı, yıllar önce tanıdıkları o adama kısa bir süreliğine dahi olsa bürünebildiği vakitler. Marcus şanslıydı. Sigarasını, bardağın dibindeki su birikintisinin gazabına bıraktı ve konuya girdi.
"Alıştıra alıştıra bir şeyleri anlatmaya çalışmadığımı bilirsin, Ernesto. Son bir aydır, birkaç yıl öncesine kıyasla daha da kötüleştin. Ve senin için endişelenen insan sayısı fazlalaştı."
Ernesto, sigarasını aynı yöntemle söndürmüş, gözlerini Marcus'a dikmişti. Arada bir, düzelebileceğine inanan tarafına güveni artıyordu. Bu yüzden kulakları, Marcus'un ağzından çıkacak olan sihirli sözcüklerdeydi. Yahut hayal dünyasının inanmak istediği buydu.
"Alessa, öldü."
Ernesto'nun duyguları, belki ilk günkü kadar kuvvetli değildi artık. Yarayı deştikçe, acıya alışır insan. Bu nedenle geçmiş, ufak bir irkilmeden ibaretti.
"Alessa'yı da, diğerlerini de unut. Ne hale geldiğine bir bak..."
Ernesto gülmeye başlamıştı. Kendisini merakla izleyen Marcus'a cevap verme isteği baskın gelene kadar gülmeye devam etti.
"Bunun Alessa'yla bir ilgisi yok, Marcus." dedi Ernesto, hiddetli gözlerini Marcus'a dikerek;
"Olan oldu, kabul edemedim ve sonunda farklı bir adama dönüştüm. En azından iddia ettiğiniz halt bu. Kendimi kaybettim, evet ama nedenim farklı. Sandığınız kadar kötü değilim."
Marcus, sol omuzunu dayadığı duvara iyice dayanıp birkaç saniyeliğine gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak yorulduğunu ima etti. Ernesto'nun bazı şeyleri halen çarpıttığını düşünüyordu.
"Blöf değil, Marcus. Diğerlerine belki, ama ağabeyime değil."
Marcus, çabasının boşa olduğunu düşünmeye başlamıştı artık. Ne kadar inanmak istiyordu ise, bir o kadar da şüpheye düşüyordu duydukları karşısında. Bu nedenle Ernesto'nun omuzuna elini koydu, bir çeşit destek vermek adına ve kapıya yönelirken söylemek istediklerinin sonunu getirdi.
"Beren seni ailenin evine götürecek. Bundan sonra otobüs kullanmayacaksın." dedi cüretkar bir tonda;
"Bu emre itaatsizlik edersen; pek güzel şeyler olmayacak. İn aşağı." diye ekledi Marcus ve dışarı, Alaik'in yanına attı kendini.
Onlar, koridorda durumu konuşarak uzaklaşırken, toplantı odasında birden fazla canlı olduğuna dair bahse girilebilirdi.
"Blöf olmadığından eminim. Yine de, kafanın karışmışlığını dışa vurmamana yahut vuramamana hayranım. Yani, sadece... İnsanların suratlarına bakıp, 'ben iyi değilim.' diyemiyorsun ve yardım dilemekten korkuyorsun. Bu da seni deliliğe itiyor ve benim hala cehennemden çıkmış bir zebaniye benzediğimi düşünüyorsun, sanki cehennemi daha önce tatmışsın gibi." dedi boğuk ses, az önce Marcus'un durduğu yerden, Ernesto'nun kulağına doğru yaklaşıyordu karartıların en laneti.
"Ben sana cehennemi anlatabilirim, Ernesto. Ancak sen görebilir, duyabilir ve hatta koklayabilirsin. Sadece sen değil. Kendi cehennemini yaratma becerisine sahip doğmuş tüm lanetliler bunu başarabilirler. Şunu da eklemeliyim ki, zamanında başkaldırmadıklarının ellerini, kendilerini okşayan eller gibi gören körler de bunu başarabilirler."
Ernesto, imayı anlamıştı. Öfke dolmak, hazmetmek ve haklılığa başkaldırmak arasında gidip geliyordu. Nasıl olur da bu yaratık, bu kadar gerçekçi bir yaklaşımda bulunabilirdi ki?
"Şimdi, aşağılık gördüklerinle aynı kefende olmak nasıl bir duyguymuş biliyorsun sanırım? Aklın da, duyguların da karışık. Senin sorunun, seçim."
Ernesto, daha fazlasını dinlememek için odadan ayrılmaya karar verip kapıya yöneldi. Kapıyı açacağı sırada, duyması gereken esasları işiteceğini bilmiyordu oysa ki. Zira, pencerenin önündeki gölge, akıl karıştırmayı bırakmış ve gerçeklere yönelmişti.
"Senin sorunun, intikam ve adalet arasında seçim yapamamak. Çünkü ne iyi adamlardan, ne de kötü adamlardan olabilecek kadar sabit ve normalsin."
Kapanan kapının ardından, pencereden vuran ışığa aldırış etmemeye devam eden gözlerindeki karanlığın büyüdüğüne şahit oluyordu Lucian, pencerede var olmayan yansımasında. Her şeyin altında nereye vuracağını bilmek yatıyordu; ne kadar karanlık olduğun değil.
Alaik, Tara ve Vladmir'in devriyede olduğunu, Marcus'un masa başı işlerle uğraştığını ve Merfr'ün gereksizlerle it dalaşında olduğunu öğrenen Ernesto, biraz sonra otoparkın girişinde bulmuştu kendini. Klasiktir, bekleyiş sigarasını da ihmal etmemişti. Düşünceli olduğu, ancak andan kopmadığı ufak dakikalardan biriydi bu. Bekleyişini, yani sigarasını yarıda kesen şey ise beyaz bir otomobilin, otopark girişinde, Ernesto'nun tam da önünde durmuş olmasıydı. Camı açık olan kapının pencere boşluğundan dirseği hafifçe dışarı çıkmış şirin hanımefendi ise, Ernesto'yu yolda yalnız bırakmamaktan mutluluk duyan Beren idi.
Kafasını hafifçe camdan çıkardı ve elindeki sigarayı zevkini çıkararak içen adama, kaşını kaldırarak bakmaya başladı. Çok geçmeden gülmeye başlayan Ernesto'ya attığı laf kayda değerdi;
"Çalışıyor musun?"
Gülmekten sigarasını içemeyeceğini anlayan Ernesto, zehrini yere fırlatıp aracın önünden dolaştı ve kafasını içeri sokup, camı kapatan hanımefendinin yanındaki koltuğa ulaşacağı kapıyı açtı. Oturmadan önce, Beren'in garip bakışları karşısında kafasını iki yana salladı. Sonra bayan kalkık kaşın yanındaki koltukta yerini aldı.
"Öne oturmadığını zannediyordum." diye sordu Beren, kaşlarındaki düzensizliğe bir son verip arabayı kullanmaya dönerek.
"Bugün, arka koltuktan nefret etmek istedim diyelim." dedi Ernesto, yalan olduğunu belli eden bir gülümsemeyle.
"Hıı-hı."
Ernesto'nun aldığı cevap, yoldan ayrılmayan gözlerin üzerindeki kalkık kaşlarla birlikte, dışarı verilen, ima içerikli, kısa ve iki parçalık nefes olmuştu. Tabi, bu ortamda kimse kimseye atıfta bulunmuyordu. Liseden beri böyleydi ikisi de. Hiçbir zaman, arkadaştan fazlası olmaya çalışmadılar; ancak, hiçbir zaman aralarını bozacak hataların altına da imza atmaya kalkışmadılar.
Şehrin diğer ucuna giderken, bir yandan günlük geyiklerini yapmaya devam ediyor, bir yandan da Ernesto, yanındaki dostuyla ilgili geçmişten bugüne bir kritik yapıyordu. Bu kritikleri her fırsat bulduğu zaman aralığında gerçekleştirirdi, dışa vurmadan. Ancak bir noktadan sonra sadece muhabbete dönerdi iş. İç dünyaların karmaşası, gerçek hayata asla, tam anlamıyla, dahil olamazdı. Belki de yolu değil ama zaman algısını aldatan yegane gerçek buydu. Konuşmak ve konuşurken düşünmek.
Fakat, hayır. Ernesto sadece saçmalıyordu. Beren'in, Ernesto'nun durumu hakkında konuşmuyor olması, Ernesto'ya zarar vermek istememesinden kaynaklanıyordu. Bu tutumunu da bozacak gibi değildi. Çünkü diğerlerinin aksine, Ernesto'nun Alessa'yla olan geçmişine biraz daha aşinaydı Beren. Onları tanıştıran, hatta aralarını yapan dahi kendisiydi.
Ernesto'yu algılama yetisi empati değildi bu yüzden. Beren de bir dostunu kaybetmişti. Ernesto ile bir acıyı paylaşıyorlardı. Geçmişe dair en ufak bir çağrışım dahi, belki Ernesto üzerinde değil ama Beren üzerinde, normalin biraz üstünde bir etki yaratabilirdi.
Ancak, bu durum kimseyi yanıltmasın. Ernesto'nun kalbinin sızlamama sebebi, en çok etkilenmiş olanın kim olduğunu ortaya koyuyordu. Çünkü bazı insanlar, kaybedecek bir şeyler ararlar; bazı insanlar ise, kaybedecek bir şeyleri olmadığını kabul ederler.
Şehrin bir ucundan, diğer ucuna kolayca gitmek için çıkılan otoyolun manzarası, pek abartılacak bir manzara değildi ne yazık ki. İnsanın, derya özlemi giderebilecek yükseklikten baktığı yönde, ticari ve turistik gemilerin talan ettiği limanlar görmek acı vericiydi. Yahut kilometre hesabına yakın, doldurulmuş bir deniz. Büyük olasılıkla da tarihe bulanıp doldurulmuş sahil, an itibari ile iki arkadaşın üzerinden geçtiği otoyola yakın bir yerlerdeydi.
Aşağı yukarı yirmi dakika süren yolculuğun ardından; Ernesto, büyüdüğü mahalleye geri dönmüştü. Beklenmedik bir şey değildi, arada bir uğrardı bu taraflara.
"İkinci sokak, değil mi?" diye sordu Beren, gözleriyle bu eski yolları anımsamaya çalışırken. Uzun süre olmuştu şehrin bu tarafına uğramayalı.
"Evet." dedi Ernesto, başında 'tek yön' tabelası bulunan sokağı göstererek.
Çocukluğunda, sadece iki katlı evler topluluğu vardı. Şu, büyük ve mutlu aile rüyaları yalanıyla reklamları yapılıyordu. Ernesto doğmadan önce de insanlar adi yaratıklardı. Genç adam artık orta yaşlarında bir polis idi ve insanlar halen kariyerlerinin peşinde koşmaktaydılar. O 'mutlu aileler için, mutlu yuvalar' yalanının sonu ise bazı arsaların satılması, büyük alışveriş merkezleri ve iş hanlarıyla dolu, 'yaşam alanı' adı altındaki ticaret alanı ve ensesi kalınların yaşadığı büyük evlerin mahalle adını alması olmuştu. Eski düzen gitmiş ve çok az ev, yapıldıkları halde kalmıştı. Kalanların pek çoğuna da, 'tarih' gözüyle bakılıyordu zaten. Oysa bu nitelemeyi hak edecek vakti dahi doldurmamışlardı.
Tam da ailesinden Ernesto'ya kalan o eski evin önünde duran Beren, gün içinde konuşulanların yarattığı etkiye, tepki vermediğini kanıtlamaya çalışırken dalıp gitmiş Ernesto'yu gördü ve irkilmesini istemek gibi ilginç bir dürtüyle hamlesini yaptı.
"En azından evi hatırlıyorum."
Ernesto, sürücü koltuğunda oturan ve kendisine gülümseyerek bakan arkadaşının dediğini hayal meyal duydu, ancak eşik değerine ulaşmış olacaktı ki, Beren'in surat ifadesine karşın gülümsemek istemişti. Beren ise, irkilme nedeni olmanın gururuyla konuşmaya devam etti.
"Doğru ev, değil mi?" dedi Beren, kaşını kaldırıp evi süzerek.
Ernesto, bütün düşündüklerini bir kenara bırakmak için kendini zorladı ve ana odaklanmayı başararak cevap verdi.
"Hayır. Yani evet, doğru hatırlıyorsun." dedi Ernesto ve bir kez daha suratında, o zor görülen gülümsemeyi yarattı.
"Burası benim evim. Getirdiğin için teşekkürler." diye o anı bitirip kapıyı açmak istedi Ernesto. Lakin Beren, o kadar çabuk pes etmeye niyetli değildi.
"Ernesto." diye seslendi Beren, arabadan henüz çıkmış olan genç adama. Ernesto geriye döndü ve duyduklarının devamını beklediğini belirtecek bir 'dinliyorum' bakışı attı.
"Gelebilir miyim?" diye sordu genç kadın, dostane surat ifadesiyle.
Bunun üzerine Ernesto, o meşhur gülümsemesinden bir parça daha kopardı ve eliyle 'gel' işareti yapıp kapıyı kapattı. Sigarasını yaktıktan sonra, arabayı kilitleyip koşar adımlarla yanına yaklaşan Beren'e göz ucuyla baktı.
"Bu tür şeyler için pembe dizi replikleri yaratmak zorunda değilsin." dedi Ernesto, yaklaşımının bir arkadaşını güldürmesinden keyif alarak.
İki katlı, mavi renkli evin çimleri biçilmişti. Veranda bomboştu ve pencerelerinde beyaz demirler bulunuyordu. Çimlerin durumu ve temiz veranda, genç kadının ilgisini çekmişti. Anladığı kadarıyla, Ernesto'nun uğrak yeri olmuştu burası, hatırı sayılabilecek bir vakittir.
"Anahtarın var mı?" diye sordu Beren. Aldığı yanıt ise, Ernesto'nun elinde salladığı anahtarlıkta bulunan alaşım yığınının çıkardığı ses olmuştu.
Cevaptan çok, evin sahipsiz kalmamış olması gözüne takılmıştı. Hayır, evin çürüyüp gitme ihtimalini değil, arkadaşının sürekli bu eve girip çıkmasının altında yatan nedenleri merak ediyordu. Lakin elde ettiği çıkarım, bazı şeylerin kolayca unutulmadığına işaret etmekteydi. Bir de, evin içi biraz kirli görünmüştü Beren'in gözüne.
"Tahmin edeyim: Temizlikçi tuttun, değil mi?" dedi Beren, kapıyı kapatmak üzere olan Ernesto'ya bakarak.
"Hafta sonları geliyor ve benim gözetimimde temizliyor buraları." diye cevap verdi Ernesto, gülerek. Lakin karşılığı, gözlerini kısmış ve iğneleyici bakan bir genç bayan olmuş.
"Ne var bunda?" diye sordu Ernesto, cebine soktuğu anahtarların ardından kül tablası arayışına geçerek. Zira, dudaklarının arasında bir anka kuşu taşıyordu.
"Bunda bir sorun yok, ama..."
Beren, başladığı cümleyi bitirememişti. Çünkü, o an masanın üzerindeki kül tablasını geç de olsa fark etmiş ve fark etmekle kalmayıp, iki dakikada sömürdüğü sigarayı söndürmek için saldırıya geçmiş eski dostunun neler yaşayıp hissettiğini anlamaya başlamıştı. Yine de bütün bir hayat, trajedilerin göçük temelleri üzerinde sallanırken devam edemezdi. Ernesto da anlamıştı, ima etmek istenileni. Sadece sigarasını söndürdü ve güven verici surat ifadesiyle genç kadına döndü.
"Önemi yok." dedi.
Hafifçe gülümseyen Beren, dikkatini çeken ilk boşluğa, salon ile bütün olan mutfağa dalıp biraz etrafa bakındı. Dolabın üzerinde bulunan eski fotoğraflar, masa ve sandalyeler, tezgahın üzerinde unutulmuş bir bez. Nostalji kokan tüm eşyalar.
Bir zamanlar, burada mutlu olmak için çabalayan bir ailenin yaşadığını düşünmek, insanda garip bir his uyandırıyordu. Hele ki o aileden geriye kalan tek kişi, okul değişimine maruz kaldığın bir günde, ummadık bir anda sana destek çıkmış ve şimdilerde meslektaş olduğun eski bir dostunsa. Beren'in hissettiğini anlamak veya anlatmak kolay değildi. Ne var ki, dalıp gittiği yerden uzaklaşması ve gerçeğe dönmesi çok da uzun sürmemiş, gözleri yeniden Ernesto'yu aramaya başlamıştı.
"Ernesto!" diye seslendi Beren, koridora ve merdivenlere doğru. Cevap gelmediğini görünce, arkadaşının garajı kontrol edebileceğini düşündü ve merdivenlerin biraz ilerisinde bulunan garaj kapısına yöneldi.
"Ernesto?"
Şansını bir kez daha denemişti, garaj kapısına yaklaşırken. Kapının kolunu tuttuğunda ise, hafifçe irkilmesini sağlayan bir ses duydu.
"Buradayım." dedi Ernesto, merdivenlerin üzerinden sarkarak.
"Ne işin var orada?"
Ernesto'nun ortadan kaybolmalarına alışık olması gerekirken, aslında hiç de aşina olmak istemediğini fark etmişti, endişesini gizlemeyi ihmal etmeden.
"Buralarda bir pikap olacaktı. Hala çalışıp çalışmadığını bilmiyorum. Gelip bir bak."
Eski püskü şeylerden hoşlanan ve onları toplamayı hobi edinmiş olan Beren, hızlı adımlarla merdivenleri çıkmaya başlamıştı bile. Üst kata vardığında, dört kapıdan en sağda, salonun üzerine gelen odanın açık girişini fark etmişti hemen. İçeride de, Ernesto yatağın üstüne oturmuş, önüne koyduğu kutuları karıştırıyordu.
Kapı aralığına yaklaşan Beren'i gören Ernesto, eliyle işaret ederek içeri girmesini istedi.
"Annemin pikabı." dedi; ayağının biraz ilerisinde, yerde yatmakta olan ahşap desenli pikabı göstererek.
"Hala çalışıyor mu bilmiyorum. Uzun süredir denemedim. Yani... Ne zamandan beri, biliyorsun."
Ernesto'nun demek istediğini anlayan Beren, gülümseyerek genç adamın yanına oturdu ve pikaba uzandı. İlk dikkatini çeken yanı ağırlığı olan antikayı, sürükleyerek ayağının dibine çekip iyice kavradı ve kaldırıp kucağına oturttu.
"Yaklaşık elli senelik." dedi Beren, çok bilmiş bir ifadeyle.
"Nereden anladın?" diye sordu Ernesto, gülerek.
Sorunun cevabını ise, Beren'in parmağının işaret ettiği, pikabın sol kenarındaki 'Saf 30'lar!' yazısı vermişti. Kaşları havada gezen Ernesto'nun, fiziksel analizde kötü olduğunu kabul etme vakti gelmişti anlaşılan.
"Ah. İlk defa görüyorum."
Ernesto'ya göz ucuyla gülmüştü Beren, sadece bir saniyeliğine. Plakların olduğu kutuyu karıştırmaya devam eden Ernesto'nun, pikabın ölmesini istemediğini anlamıştı.
"Bunu alabilir miyim?" diye sordu Beren. O sırada plak dolu kutuyu karıştırmakta olan Ernesto ise, o tarafa dahi bakmadan cevabını saydırmaya başladı.
"Pikabı zaten sana getirmek istiyordum, bir süredir. Hep araya bir şeyler girdi."
Birkaç plağı kutudan çıkaran Ernesto, plakları kucağına koydu ve konuşmaya devam etti. Pikabı hediye etmekle arasına giren karartıları aklının başka bir kenarına fırlatıp hızla kaçıyordu.
"Ve... İşte burada." dedi Ernesto, garip renkleriyle, üzerinde kocaman 'Estle' yazısı bulunan bir plak gösterdi. Plak kabının bir köşesinden tuttu ve Beren'e uzattı.
"Deneyelim mi?" diye sordu. Suratındaki centilmen ifade ile yıllar öncesine dönmüş bir beyefendiyi andırıyordu.
Tabi ki, Beren'in kendini bu fırsattan mahrum bırakması mümkün değildi. Karşılığı, elli yıl önceki kadın -- erkek kültürüne atıfta bulunan bir hanımefendinin, şirin gülümsemesi ve tatlı heyecanı olmuştu. Plağı, hızlıca kabından çıkardı ve pikaba yerleştirip, çalıştırma çabasına girişti.
Çok geçmeden pikap, gayet iyi işlediğini; plak ise, yeterince iyi saklandığını kanıtlamıştı. Hızlanmaya başlayan hafif ritimler, dans etmek için özel bir hormon salgılıyor gibiydi. Ritme ayak uydurmayı başaran Beren, bacak ve kol figürleriyle, hiç yaşamadığı bir döneme dönmüş ve Ernesto'nun şaşkınlıkla karışık gülümseyen suratının nedeni olmuştu. Yükselen müziğin sesiyle birlikte yavaşça ayağa kalktı. Elini uzatıp, Ernesto'nun katılması için davette bulundu.
Pekala iyi dans edemezdi Ernesto. En azından Beren kadar hızlı bir şekilde bu havaya dahil olabileceğini zannetmiyordu. Yine de, beş dakikalığına da olsa, hayatından biraz uzaklaşıp ufak bir anı yakalamak hiç de fena bir fikir değildi.
Minik pencereden sızan güçsüz ışığın yapamayacağı şey başarılmış; müziğin ritmi, odayı ısıtacak hareket gücünü sağlamıştı.
Siyah, yakışıklı ve antika. Kaputu kaldırılmış olan arabanın genel özellikleri bunlardı. Ernesto'nun babasının, arabasına olan düşkünlüğünü, tüm aile ve aile dostları bilirdi. Bu amaca yönelik donattığı garaj, kelimenin tam anlamıyla bir garajdı. Tabi Ernesto da 'babasının oğlu' idi. Becerileri vardı, küçüklüğünden bu yana yeşerip yetiştirdiği. Fakat onca zaman sonra arabalardan hala uzak kalmış olmasının nedeni bir hayli güçlüydü. Özellikle de bu arabadan.
Kendisi, babası ve birkaç kişi dışında herkesin öldüğü zincirleme bir kaza... O anları değil, lakin o günü gayet hayal meyal anımsayabiliyordu Ernesto. Hastanede, sedyenin üzerinde kendisine müdahale etmeye çabalayan insanlar; ağızlarından dökülen bulanık, renksiz kelimeler... Tatsız uyanışlar ve rahatsız rüyalar.
"Arabayla bir kaç tur atmışsın, Ernesto."
Babasının arabasına baktıkça aklına gelenlerden uzaklaşmasını sağlayan sözler sayesinde, açık kalmaları yüzünden acı çekmekte olan gözlerini kırpabilmişti.
"Yıpranmak, paslanmaktan iyidir."
Niteliği 'gemi gibi araba' olan otomobile göz gezdiren Beren'e gülümsedi ve kaputu indirip, garaj kapısına yöneldi. Ufak pencereden dışarı baktı ve kapıyı kaldırıp hava ile doldurdu paslanmış köşeleri.
"Pekala. Sanırım her şey tamam." dedi Ernesto, etrafına bakınarak. İyice emin olduktan sonra, arabanın üzerine koyduğu kollarını yastık olarak kullanan Beren'e çevirdi bakışlarını.
"Bu kadar uzun süre burada kalman gerekmiyordu."
Beren, sadece gülümsemekle yetindi ve bahçeye yönelirken, sol elinde bulunan evin anahtarlarını gösterdi Ernesto'ya.
"Ben kapıyı kilitlerim. Sen arabayı çıkar." dedi unutkan arkadaşının, unutmaktan bıkmış suratına attığı iğneleyici bakışla. Ernesto'nun o an verebileceği en iyi cevap, kendisinden daha dikkatli olabilen birisi karşısında saygıyla eğilmek ve hiç zaman kaybetmeden sürücü koltuğuna yönelmekti.
Arabanın içine her girdiğinde, bir çeşit gelgit yaşıyordu: haklı bir korku, alakasız bir güven. Kontağı çevirmek için cesarete ihtiyacı oluyordu her seferinde, birkaç dakikalığına motoru ısıtmak istiyor olsa dahi. Düşünmeyi bırakıyor ve sadece yapması gerekene odaklanıyordu.
"Bütün gün seni bekleyemem, dostum!" diye bağırdı Beren, kendi arabasına yaslanmış, Ernesto'nun dışarı çıkmasını beklerken.
Çalışır vaziyette, sürücü koltuğundaki kişinin hareket emrini bekleyen arabayı ilerletmeye başladı Ernesto. Garajın dışına çıktıktan biraz sonra arabayı durdurdu ve kapıyı açıp tekrar garaja yöneldi.
"Yakala!" diye seslenen Beren'in fırlattığı anahtarları yakalayan Ernesto, garaj kapısını kapattı ve kilitli olduğundan emin oldu.
"Bu kadar paranoyak olma." dedi Beren, arabasına yönelirken. Hafif sırıtan Ernesto'dan gelen cevap bir bahaneydi.
"Dikkatliyimdir!"
Arabasına binen genç kadın, ön koltuğun camını açtı ve cama yaklaşan adama baktı. Dikkatli olmadığından bahsedecek gibi görünüyordu, fakat onu bundan azat etmeyi seçmişti bile.
"Pikap için teşekkürler." dedi şirin surat ve alaycı bir tavra büründü;
"Benzinin biterse beni arama."
Ernesto sadece kaşlarını kaldırıp 'öyle mi?' ifadesini vermekle yetinebilmişti, imalı bir sevinç ile mutluluğunu dışarı vururken.
"Görüşürüz, Ernesto." diye veda etti Beren, kendisine iki parmağıyla 'güle güle' dilemekle yetinen adama.
Biraz sonra o bahçede, Ernesto ile eski olduğu kadar güçlü bir araba duruyordu. Duraksadı. Olmayan birisinin oluşmasını istemiyordu bu sahnede, her şeyi berbat edecek. Bu nedenle hızlı davranıp kontağı çevirmesi, aklına geleni gerçekleştirip hayatına devam etmesi gerekiyordu.
'Yap' dedi. Diğer insanlar gibi yaşama lüksüne sahip değildi. İş konuşmaya geldiğinde değil, kavga etmeye geldiğinde güçlü durabilmeliydi. Bu yüzden, bir nedenle, bagaj tarafından dolaşıp sürücü koltuğuna ulaştı. Kemerini bağladı ve dikiz aynasını kontrol edip gaza bastı.
Gemi niteliğinin hakkını veren muazzam siyahlık, rüya gibi ilerlemeye devam ediyordu. Giderek gözden kayboluyor, hayallerdeki bir sürüş keyfine dönüşerek ufuğa karışıyordu. Tabi, hayal olan başka şeyler sinsice izliyordu yolun kuruluğuna çare olmuş arabayı.
Yanmış yüzün bütünlüğünü sağlayan bir çift öfke. Bir de, onlara eşlik eden dudakların yanaklarını yarıp geçmeleri.
Nefretin hayal olduğunu söylemek ne kadar güçtür bilir insanlar; içten içe. Kendi duygularını anlayamadıkları için, intikama başvurur ve başarısız olurlar. Zira iyi ve kötü ayrımını yapan hislerinin karanlık yüzüne de bir anlam yükleyemezler. Ne iyiyi tanımlayabilirler ne de kötüyü.
"Acınasıdır." dedi Lucian.